YUNUS YÜZLÜ BİR GÖNÜL ADAMI
Sıddık DEMİR
KARAKOÇ üstadımızın, BBP’nin kurulduğu ilk günlerde kendisine
samimi olarak “Ben de bu partinin
kurucuları arasındayım, siyasi bir oluşum yapmakta maksat önce meclise girmek
ve bilahare de iktidar olmaktır. Bunu gerçekleştirme çabanızda biz ne kadar
soluklu oluruz, onu bilemem ama bildiğim bir şey var ki, o da senin Genel Başkanlığın
da olacak bir iktidardan ümidim yoktur.”
“Niçin bu kanaati taşıyorsun ağabey?” dediğinde Üstat Karakoç: “Senin iki yüzünde de “Yunus silüeti
“görüyorum. Daha çok gönül adamısın. Oysa bizi iktidara taşıyan yolda
liderimizin bir yüzü Yunus’sa öbür yüzü Yavuz olmalıdır. Onun için pek ümidim
var diyemem” gibi ifadelerinden gerçek
payı olduğunu yakın çevresinde bilmeyen yoktu.
Evet o bir gönül adamıydı. Yaklaşık
yirmi yıldır bütün zorluklara göğüs gererek partisinin geldiği noktayı sayısal
anlamda değerlendirirsek Karakoç’un bu kanaati taşımasın da pek de haksız
sayılmazdı.
Şerefli bir şekilde tamamladığı ömründe
gönül adamlarına çok değer verirdi. Çünkü “Altının kıymetini en iyi sarraf
bilir” benzetmesine benzer, gönül adamlarının kadrini kıymetini de ancak en iyi
bir gönül adamı anlardı. Geçmişte ve halde yaşayan veya yaşamış olan ışık
insanlara karşı zaaf derecesinde bağlılığı ve saygısına bir çok defa şahit
olan, bir çok yakın arkadaşları olmuştur.
Gölbaşı Hacı Hasan köyü sakinlerinden
olan Hasan Burkay adında bir gönül
erinin, ilerlemiş yaşına rağmen tekerlekli bir arabayla bundan iki seçim
öncesi, kapalı bir mekanda partililerine seçim konuşması yaparken, konuşması
tam bitmeden ayrılmak zorunda olduğunu görünce “Bir dakika arkadaşlar diyerek
mikrofonu kürsünün üzerine bırakıp, o zat-ı
muhteremi yakalayarak elini öper, dışarıya kadar uğurlar ve aynı hızla kürsüye tekrar
gelerek kaldığı yerden konuşmasına devam
etmesi gönül adamlığı noktasında çok önemli bir kilometre taşıdır. Bu olaya
salondaki bütün Gölbaşı sakinleri şahit olur.
Belki Karakoç’un söylediği anlamda iyi
bir siyasetçi olamamıştır. Ama iyi bir gönül adamı, güzel bir mümin olduğu
noktasında uzak-yakın hiç
kimsenin şüphesi olmamıştır. O gerçek bir ülkücü ve bu anlamda gerçek bir dava
adamı olarak yaşadı. Çok yakın çevresindekiler kadar kendisiyle iyi bir hukukum
olmadı. Özelliği olan hatıralardan ziyade genel duruşunu bilmeyen yoktu. Çünkü
o, net ve tek kişiliği olan bir görüntüyle göründü hep… İhlâslıydı… İnancını bir aşk mesabesinde icra ederdi. Bir
çok yakın arkadaşının çok şahit olduğu örnek davranışlarından birine de zat-ı alim Akhisar yolculuğunda vakıf
olmuşumdur.
Ahmet Er ağabeyin hastaneye kaldırıldığı
haberiyle Manisa-Akhisar da ziyaretine Edip Özbaş, Ökkeş Şendiller, Turan
Güven ve içinde benimde bulunduğum bir minibüsle
yaptığımız yolculukta, vakit namazını
eda etmek için durmadan önce, yine kendisi tarafından “Zamandan tasarruf
için seferi olan namazın yalnız farzının kılınması” doğrultusundan telkinine,
başta kendisi sünnetleri de kılarak uzatmasına şahit olduğum için, önce den
dışarı çıkan arkadaşlarla kendisini çektirdiğimizi anlayınca, elini omzuma
atarak “Ne yapayım, kendimi namazı
noksan kılınca suçlu hissediyorum. Her ne kadar sizleri tembih ettiysem de
dayanamıyorum arkadaşlar.” Gibi samimi duygularını beyan etmesi
bu konudaki derinliğini çok
önemli bir işaret olarak algıladık.
Yine ilk vekil olduğu dönemlerde MHP genel
merkezinde toplu halde otururken partili bir vatandaşın sırayla önce rahmetli
Türkeş’e, peşinden de ilk toplantısını yapmak üzere bulunan vekillere teker
teker ikram ettiği
Kımız’ı sıra kendisine gelince eliyle “İçmem, beni geç” dermişçesine tavrına aldırış edilmeden
ikramın ısrar edilmesi durumunda sözlü olarak “İçmiyorum kardeşim” diye ret
eder. Israrcı aymazın “Başbuğ bile içti, sen ondan iyi mi biliyorsun, haram
olduğunu” gibi konuşması karşısında yine aynı refleksi, aynı mert duruşu, aynı
derinliği, aynı mümin endişesiyle ayağa kalkarak “Kim içiyorsa ona ver. Sana
soran mı oldu kardeşim. Ben içmiyorum, bu konuda da kimseyi örnek almıyorum.”
diye çıkışır.
Evet son yolculuğuna uğurlanmadan önce
kendisi hakkında belki de pek önemli olmayan birtakım şeyler yazmam, ona karşı
bir veda mesabesinde nefsimi okşar
mı bilmiyorum. Ne kadar
zorlandığım ise bir gerçektir.
Yetiştiği iklim gereği tam demokrat mıydı
sorusu sosyolojik bir konu olduğu için bunun tahliline girmek en azından bu
yazının konusu değildir. Akıllı ve çok zeki oluşu özellikle pratik zekası,
şahitliği istenen hemşerisi
Rıza Coşkun beyin oğlunun nikahında ‘olmazsa olmaz’ mesabesinde kabul
edilen “nikah şekeri” nin unutulmasında
düğün sahibindeki rahatsızlığı görünce müdahale ederek “Ben o işi
hallederim. Sen nikah
şekerini alınmış bil” dedikten
sonra yüksek sesle “Düğün sahibi nikah şekerini bizim de bilgimiz dahilin de
deprem zedelere gönderdi. Onun için böyle
bir beklenti içine girmeyin.” diyerek Rıza beyin sıkıntısını
ne güzelce atlatır. Kısa bir
süre öncesi başımıza gelen deprem felaketi ülkeyi perişan ettiği için bu küçük
zekice yapılan atak yerini bulur.
Muhsin
Başkan ın defnedildiği mekan onun
ruh iklimine uygun en ideal olan mekandır. Merhum Yazıcıoğlu bu durumda davet
edilendir. Çünkü o bölgenin adı “Ulucanlar”dır. Türk-İslam tarihinde tarih
boyunca “Engürü” içinde “Ulucanlar” olarak bilinen bu yere, yine bu isim gelişi
güzel verilmemiştir. Birden çok ‘Ulu’ insanın yaşadığı ve defnedildiği mekandır
burası.. Yaşadıkları dönemde kanaat önderleri olarak bilinen hizmet ehli bu
insanlar, merhum oldukları dönemden sonra da manevi tasarruflarına inanılan
ölümsüz insanlardır.
Engürü’nün merkezinde olma
özellikleriyle de merkez insan olma hususiyetlerini hep muhafaza etmeyi
bilmişlerdir. İşte bunlardan biri Taceddin-i
Veli… Taceddin-i Veli hazretleri merhum Yazıcıoğlunu yanına davet etmiştir. Davet eden
Taceddin-i Veli, davete icabet eden
merhum Yazıcıoğlu… Şimdi
yan yana, koyun koyuna ebedi istirahatlarına mahşere kadar beraber devam
edeceğe benzemektedirler. Tıpkı
Abdulhakim Arvasi hazretlerinin Keçiören’de göz hapsinde zorunlu olarak
tutulduğu sırada hakka yürümesi durumunda, yakın çevrelerinin nereye defnedileceği
belirsizliğinde kapı çalınıp Bağlum’a defnedin denilerek davet edildiği gibi…
Dr. Emin Acar’ın Abdulhakim Arvasi
hazretlerinin başında dua ederken gördüğü, Hasan Çağlayan Bey’e “Yazık, önce
davet edene değil de davet edilene ziyaret” diyerek laf attığı… Meğerse Arvasi
hazretlerini Bağluma davet
eden, Bağlum da medfun Horasan
erenlerinden Sadık ve Yakup adındaki
evliyalar imiş te Hasan Çağlayan bey uyarılana kadar bunu bilmezmiş…
Sonraki ziyaretlerinde makam protokolüne uymayı vazife bilmiş…
Üsküdarlı Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine “Padişahlar ardın sıra yürüsün”
diyen Üftade hazretlerinin okulunda
irşad makamına kadar yükselmiş, Aziz Mahmut Hüdai ile iki kişiden biri olan
Taceddin-i Veli, Engürünün Ulucanlar semtinde irşada devam vazifesini yerine getirirken bir an unutulmuşluğunun
farkında olarak Muhsin Başkanı davet
etmesi ve dolayısıyla gündeme tekrar oturması onun bir kerametidir. İşte bu tür
insanların öldükten sonra ki tasarruflarına örnektir bu olanlar.
Aynı zat-ı
muhterem kurtuluş savaşında da M. Akif Ersoy’a eşlik ederek kendini
asırlara taşımıştır. O Taceddin dergâhı
ki İstiklal Marşı ve benzeri birden çok
ölümsüz şiirlerin yazılmasına vesile olmuştur. Hatta İstanbul’da Karakol
Cemiyeti tarafından Ankara’ya Milli mücadeleye
destek olacağı talebiyle gönderilen Hint kökenli Mustafa Sağır adında
birinin bu dergâhta ikamet ettirildiği kayıtlarda görülür. Atatürk ile de
görüşen Mustafa Sağır’ın esas niyetinin ilerleyen zamanda savaşa katkı değil de
Ata’ya suikast için İngilizler tarafında gönderildiği, Mehmet Akif tarafından
tespit edilerek idam edildiği bilinir. Böylesi
fitne fücurlüklerin barınamadığı Ulucanların koynuna girmek her kişiye
değil ‘er’ kişiye nasip olur ancak.
Ülkücü hareketin “İdolü” olmayı hak etmiş
gerçek bir Alperen olan merhum Muhsin Başkana, iki cihan saadetinin remzi olan
Kocatepe mekânı iki düğün içinde ne
güzel yakıştı. Dünya Saadeti için hayatının en önemli anı olan nikah
merasiminin yapıldığı Kocatepe camisi, ikinci bir düğüne ev sahipliği yapmak
için sabırsızlanıyordu sanki.. İşte
geldi çattı ve geçti… Kendisinin Karaman’da da söylediği gibi, ne bir saniye
önce, ne bir saniye sonra … İşte Ulu can, Ulucanlarda…
Yaklaşık yirmi yıldır, arkadaşlarından
önemli bir kısmının yorulmasına rağmen yılmadan, bu Milletin bir büyük davasına
yönelik “Büyük Birlik” projesinin rahmet-i
rahmana kavuşmasıyla ancak şimdiden ümit var işaretlerini almamız bizi
teselli etmektedir.
Siyasette çirkinleşmenin zirveye çıktığı
anın, bu hazin tabloyla nasıl sakinleştiğini görmemek mümkün mü?. Güle güle Sivas’ın yiğidosu… Güle güle ülkücü
hareketin örnek insanı… Hakkını bizlere helal et. Ukba da görüşürüz… İnşallah…
NOT: Osmaniye ilimizin Düziçi ilçesinde
ikamet eden İbrahim ÖZDEMİR adında bir şair kardeşimiz tarafından sıcağı sıcağına kaleme alınan “AĞIT” başlıklı şiirini göndermiştir.
Bende Haber AJANDA” okurlarıyla
paylaşmak istedim. Sıddık Demir.
MUHSİN YAZICIOĞLU’NA
“AĞIT”
Şarkışla’da,
bir çocuk ağlar,
Hava soğuk,
üşümüş elleri,
Yağmış
üstüne, taze karlar,
Göksun’da
kalmış gonca gülleri
Helikopteri,
yarpuzlu derelerde yürür,
Derin
uykusunda, kaç gündür uyur,
Meskeni
olmuş, şimdi Kanlı çukur
Söylemiyor
susmuş, nicedir dilleri.
Donuyorum,
üşüyorum, duy beni Türkiye’m
Sesime,
bir ses arıyorum, benim diyem,
Canımdan
başka, vatanıma yok hediyem,
Keş dağlarında
kalmış son sözleri’
Alın yazıma
hükmüm geçmiyor,
Bir kuş
bile yok, üstümüzden uçmuyor,
Kapandı
telefonlar, kimse açmıyor,
Şahidim
olsun size, Sisne Belleri.
Geceler
karanlık, tepeler yüksek,
Gelme ecel
gelme, biraz beklesek,
Çağlayancerit’ten
çıktım, Yozgat’a ersek,
Yol
gözlemiş, yollarda Alperen’leri.
Sivas değil,
bilir beni Türk olan,
Ahde vefa
duygusudur, insanı bulan,
Çizdiğim
çizgide, kılavuz kalan,
Ufuklara
Güneş olur halleri.
Düziçili İbrahim,
rahmetin diler,
Yazıcıoğlu
ne yapsın, işte böyle kader,
Bu dünyaya
gelen, bir gün gider,
Kurumasın
dalda, açan gülleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder