1 Aralık 2015 Salı

ÇALKANTILI YILLAR..., Sıddık DEMİR - (Eğitimci, Araştırmacı - Yazar)

ÇALKANTILI YILLAR
                                                                                                    Sıddık DEMİR
                     Bir gün öncesi ortalık toz duman.  Düdük çalındı her şey aynı ama ortalık süt liman.  Bir gecede ne olmuşsa olmuş insanlık adına hemen  iç  barış sağlanmış.  Bazı aktörler hariç, nokta baskınlar ve yakalananlar toplama kamplarına… Haklı haksız demeden yaşın yanında kurunun da sorgusuz sualsiz üç beş ay özgürlüğünün kısıtlanması içten bile değil. Çok şahit olduk…
               Evet, düdük çalındı.  Arandığımızı duyduk.  Ortalık biraz sakinleşsin diye tedbirli davranıyoruz. Üniversiteli’yiz  ya  en  büyük  tehlike arz eden potansiyeliz de.  Üstelik ülkü ocaklarında liderlik de yapmışız.  Aranmamız için en büyük sebep...
           Nitekim kaldığımız yer tespit edilir. Bir manga asker ikinci katta kaldığımız öğrenci evini basar. Evin arka tarafı bahçeye baktığı için bir kış günü don-gömlek misali kendimi balkondan bahçeye fırlattım.  Düşünce, bir şey hissetmediğim sağlığım bir müddet sonra bozulacaktır. Bacak kemiklerim uzun müddet kendine gelemedi.  Askerin didik didik evi aradığına arka tarafta bir incir ağacı altında tiril tiril titreyerek şahit oluyordum. Ve asker gitti,  Allah’tan bahçeye atladığım yerde kum yığını varmış da ucuz atlatmışım.
          Adımı taşıyan birini arama tarama esnasında yakalayan asker, o zavallı insana bir hafta işkence yapmış.  Adamın memleketi tutmayınca bırakmışlar. Daha sonraları tesadüfen tanıştığım memleketlim olan bir asker olayın içinde olduğu için anlatmıştı. Karslı o adamdan helallik diliyorum. Benim yüzümden kim bilir bir hafta ne sıkıntılar çekmiştir.
           Son sınıfta olduğum için sınavlara katılmam gerekiyordu. Okula gitmem mümkün değildi.  Asker-polis hep tanıdıkları veya ismimi bildikleri için yapılan kontrollerde en kötü ihtimalle yakalanacağım bir gerçekti. Sınavlara da bir şekilde girmem lazımdı. Bir yol buldum. Okulun arka tarafına açılan, yüz veya yüzeli metre uzunluğun da bir tünelden içeri girerek sınava girmeyi kafama koydum. Ve öylede yaptım.  Son bir dersimin kaldığı an da kendimden emin bir şekilde her zamanki tedbire riayet etmeden ön tarafa çıkarak biraz özgürlüğü tadayım dedim.  Benim derdim son finale girip öyle teslim olmaktı. Olacak ya, kendimi ana caddeye atar atmaz emniyet amiri Mehmet Bey’in Mercedes marka otomobiliyle burun buruna geldim.  İçi dolu olan ekip operasyondan dönüyormuş. Hemen sağa çekip durdular. Arkadan bir yol bulurum düşüncesiyle hamle yaptım ama MİT in amiri Tuncay Bey’in arabasıyla karşılaşınca adamlık bende kalsın dermişçesine olduğum yerde soğukkanlı bir şekilde almalarını bekledim.  Allah ömrünü uzun etsin, İstihbaratta sivil-polis olarak tanıdığım Malatyalı  Kemal  ağbi tek başına arabadan inerek yanıma  “Tam da zamanın da çıktın, gayri göz yumamayız” diyerek geldi ve beni alarak doğru emniyete...  Nöbetçi mahkeme tutukladı.
           Cezaevine birden çok arkadaşla vardık. Gerekli işlemler yapılmaktaydı. Soldan-sağdan önden fotoğraflar ve akabinde gelen berber kafaları sıfıra vurarak tıraş etme durumu… O anda gerçek bir Alperen olan cezaevi başkanımız Ahmet Orhan Hoca yanı başımda bitiverdi. Beni tıraş ettirmeden aldı ve kısa bir süre, daha önce hizmetlerinde bulunduğum koğuş sakinlerine bu sefer tutuklu olarak zorunlu refakate mecbur kaldım.  O günün şartlarında dışarıda korkuyla oradan-oraya kaçarak yaşamaktansa, içerde arkadaşlarımla bir mekânı , üstelik masrafsız paylaşmak, çok daha güzeldi. Dışarıda birileri için çok kötü bir durum olarak değerlendirilen o ortam benim için fevkalade emniyetli ve sağlıklı olmuştur.  İçerideki arkadaşlarım arasındaki itibarım belki de rahat olmamı sağlamıştır. Ki şu an için düşünüyorum da el-hak doğruymuş.  Bilahare final sonuçlarını ceza evin de  ziyaretime gelen bir arkadaşım tarafından öğrendim.  Bir ders haricinde hepsinde geçmişim.  Bir ay sonun da  o dersin de final imtihanı gününü  öğrenmiş oldum.  Kendi imkanlarımla ceza evi prosüdürünü de aşarak  imtihana katılmak nasip oldu. Hatta imtihan günü sabah saat altıda kalkıp, imtihan olacağım üniversite binasına ceza evi aracının  içinde iki  jandarma eri ve başlarında bir astsubay olmak üzere zamanında ulaştık. Tek başına bir salona alınıp, ellerimdeki kelepçe çözülerek ayak bileklerimde oturduğum sıraya kelepçelendim. Diğer salonlarda birden çok imtihan olan öğrenci arkadaşlarımı düşünerek koskoca salon da tek başına olmanın verdiği ürperti yanında gururunu da yaşamıyor değildim hani… Okul müdürümüzün ve ders hocalarının yanıma gelerek hal dilleriyle  hal hatır sormaları ve psikolojik destek verdiklerini hissettirmeleri hala gözümün önünde gitmiyor.
          Ülkücü hareketin lider kadrolarından olan bazı hükümlü arkadaşlardan oluşan birinci koğuş, üç bin kapasitesi olan ceza evi yönetimiyle de yakında ilgileniyordu.  Ceza evi  müdürü veya diğer personel  12 Eylül’e rağmen yönetime arkadaşlarımızı ortak etmesi en akıllı duruş idi onlar için.  Bu işin tabiatı böyle olmalıydı.  Öyle olunca da imtiyazlı durumda idiler. Hatta içeri alınmadan önce, arkadaşlarımıza yönelik hizmetimiz 12 Eylül den önce hangi nokta da ise, o arandığım dönemde dahil olmak  kaydıyla  aynı hizmet imtiyazlı bir şekilde veriliyordu...
          Herkesin sindiği,  ağız değiştirdiği, pişmanlıklar sergiledikleri o ihtilal havasında, dışarıda birlik ve beraberlik tesis edilemeyince bari kader mahkûmları arkadaşlarımızı rahat ettirelim gayreti bütün coğrafyamızı sardığı için gereğini abartılı bir şekilde  yerine getirmenin psikolojik yansıması   cezaevi yönetimini etkilememesine imkan yoktu…
            Bir koğuş insan…  Yaklaşık 70-80 kişi siyasi mahkûm. Siyasi olmalarından ötürü de nispeten adi suçlu mahkûmlara göre imtiyazlılar. Prosedüre aykırı olmasına rağmen kaldıkları koğuşa yakın bir yerde kendi imkânlarıyla birden çok süt inekleri beslemektedirler. Her gün sağarak elde ettikleri sütü dışarı fiyatının iki üç katı talep edildiği için paraya çevirmek çok kolaydı. Yine kasalar dolusu yumurta tavukları cezaevine sokularak yumurtaları bu imtiyazlı koğuş adına satılırdı. Ciddi paralar elde edilirdi. Hatta her hafta başı bir küçük kamyon değişik muhtelif ve çeşitte meyve ve sebze koğuşa intikal ettirilirdi. Diğer taraftan soğuk meşrubat da cabası…
          Denilebilir ki bütün bunları nereden biliyorsun?
         12 Eylül ün vahşi stratejisi karşısında her camianın sistemi bozulmuştu. Cezaevlerinde yatan siyasi dava adamlarıyla ilgilenen gittikçe azalıyordu. Çünkü her baş denilen insan kendi başının kaygusuna düşmüştü… Bu anlamda çözülmemek mümkün değildi.  İşte öyle bir ortamda sistemsizlik yaşanmasın diye bölgesel de olsa sistemler kurulmalıydı.  Allah’a şükürler olsun ki o sistemi o bölgede kurmaya muvaffak oldum. Tarih buna şahittir. Her biri 20-30 kilo süt veren ineklerden iki adet şehir dışındaki cezaevine sürerek götüren her bir kasada en az 150 adet yumurta veren tavuklardan dört kasa yaklaşık  600 adet tavukla beraber yine her hafta bir kamyon sebze ve meyveyi içeri sokan, meşrubat bir yana muhafazası  olan derin dondurucularla arkadaşlarımızın ihtiyaçlarını karşılayan ben olduğum için çok kolay kalem oynatıyorum.  Bunları ifşa etmek belki bazı insanlar tarafından hoş karşılanmayabilir. Ama o kırılım döneminden bahsedip de, ayrıntılara veya hatıralara girmemek haksızlık olur.
         Bugün şöyle geriye bakınca her şeyin güllük gülistanlık olmadığı anlaşılsın. Bir nesil şu an “Ergenekon” denilen çeteciler tarafından nasıl gök girmiş ekin gibi biçildiği görülsün diye tarihe şahitlik etmemiz lazım.  Her on sene de bir tırpanlanarak, yarış halinde olduğumuz milletlerin en az 15-20 yıl gerisine gitmeyi bize meşru olarak gösterenlerin ne kadar ihanet içinde olduğunu asli unsura anlatmamız gerekmez mi?
          İşte böyle bir sistemi oturttuktan sonra sanki kendi yerimi yuvamı inşa ediyormuşum gibi mecburi ikamete tabi tutulduk.  Çok güzel hatıralarımız oldu acısıyla tatlısıyla. Başlangıçta cezaevi kültürüne uzak olduğum için bazı olaylara geç intibah ediyordum.
          Oradan bir adet varmış. Mahkûmlardan biri yanlışlıkla bile olsa bir başka mahkûmun ranzasına oturmuşsa Tanrı misafiri mesabesinde ilgi ve iltifat görürmüş.  Şahit oldum. İstanbul cenahından olup M. Ali Ağca’yı bir hastane de kaçırmaya niyetlenen ve amaçlarına ulaşamayınca öyle bir suçlamayla hüküm giyen iki arkadaşın aynı ranzada sohbetine, ranza kültürünü bilmeden selam vererek iliştim.   Hemen daha köşeli bir yer gösterilerek ikramlarda bulundular. 
       Hayatım boyu unutamadığım bir olaya başlangıç olan bu ziyaretim, aynı zamanda o güne kadar geliştirip yetiştirdiğim dava diye kendimi bitirme pahasına da olsa gözümü taştan budaktan esirgemediğim bir anlayışın, ciddi bir değişime sebep teşkil edeceğini nereden bilebilirdim.
            Hiç unutmam, oturduğumuz ranzanın karşısında siyah-beyaz renkli olan bir televizyonda bugün dahi adını zor telaffuz ettiğim iki Avrupalı futbol takımının  müsabakası canlı olarak veriliyordu. Anladığım kadarıyla arkadaşların futbol bilgisi, takım sevgisi gibi taraf olabilecek bir durumda olmadıkları halde, içlerinden biri yani Atilla “Şu takım benim olsun, yenilirsem- elini gırtlağına götürerek- işaret etmesiyle beraber “  Necdet “tamam “dedi.  Ben yine bu hareketten hiçbir şey anlamadım.  Derken müsabaka bitti ve Atilla’nın taraf olduğu takım yendi.  O an gözüm Necdet’e ilişti. Baktım bir arama içine girdi.  “Tamam buldum, ben gidiyorum” dedi ve bir çırpıda ranzadan atlayarak koğuştan çıkması bir oldu.
           Aradan kısa bir süre geçmiş olmalı ki televizyondaki maç yorumları bitmemişti.  Ani den silah sesleriyle kendimizi büyük bir merakla koğuş önündeki bahçeye bizi bekleyen tehlikeden habersiz atıverdik.  Bahçe adeta bir savaş alanı. Kimi yerde, kimisi kaçıyor, kimisi ise mermi  veya  kasatura darbesiyle yaralanmış.  Hiç beklenmeyen bir durum.  Yerde yatan bir arkadaşa yardım maksadıyla elimizi uzatır uzatmaz sağa sola sert müdahaleye devam eden bir askerin silahını doğrultarak “Çek elini ve hazır ol” uyarısıyla korku düştü yüreğime.  Doğruldum ve bir adım geri çekildim, tam hazır ol vaziyetine geçecektim ki yine aynı asker tarafından çok daha sert ve kararlı “Oku lan istiklal marşını o.ç.” diyerek boğazıma süngüyü dayaması bir oldu. Zorla tehditle hem de boğazıma dayanan süngünün zoruyla gözyaşları içerisinde “Daha yüksek sesle, daha gür” uyarısıyla milli marşı okudum. Ama ecel terleri döktüğümün farkında olmadan benim kutsalımın bana zulüm aracı yapılmış olması anlaşılır  şey değildi…
          Oysa içeri girmemin sebeplerinden bir de İstiklal Marşı yerine komünist enternasyonal marşı okuyanlara karşı ateşli silahla muamele etmem…  Şu feleğin işine bakın ki o dönemin solcu gençlerine karşı  (onlar için komünist  enternasyonel  marşı daha önemliydi) biz ülkücü gençler olarak İstiklal  Marşı’ nın  kavgasını verdiğimiz   halde, uğruna canı cananı bile vermeye hazır olduğumuz milli değerlerimizin başında yer alan milli marşımızı bize zorla dayatanlara karşı  ne düşünsek nasıl davransak  bilemedik.  Ancak şunu öğrenmiş oldum; 
           Biz değişik  kampta ki  gençler  olarak emperyalizmin öyle oyununa gelmişiz ki, bize  bizden olmayanları  komünist, vatan haini veya kokmaz bulaşmaz sürüler olarak görme alışkanlığı edindirilmişiz de, bizden başkalarının vatanperver olamayacaklarına olan fikirlere inandırılmışız. Bu anlamdaki anlayışı bir başka  şekilde  günümüz de  sürdürenler   halen mevcuttur.
         Ülkenin gerçek sahipleri  nezdin de bizlerin fasa fiso olduğunu o günden itibaren öğrenmiş oldum.  Empati kültürü ve hoşgörü yerleşik hayata inatla geçirilmezse bizler değilse de gelecek kuşaklar daha çok kavgalı gürültülü olacaktır.
          Askerin düşman karargâhına saldırır gibi sağa sola ateş ederek müdahalesinin sebebini bilahare öğrendik. Ranzasına misafir olarak oturduğum ikililerden Necdet ve sporda karşı takım tarafı olan Atilla’nın girmiş oldukları bahis “gırtlak” la ilgiliymiş. Elini gırtlağına götürerek  kesecekmiş  gibi işaret etmesi, daha önceden yan koğuşta yatan, ülkücü bir gencin ölümüne neden olan sol görüşlü birinin ortadan kaldırılması için bir işaretmiş.  Taraf olduğu takım yenilince durumdan vaziyet çıkararak, gizli yerde saklı zulayı alıp doğru bahçeye, oradan da iki metrelik duvardan tırmanıp karşı koğuşa geçen Necdet, hedeflediği kişiye beş on şiş vurduktan sonra tekrar kendi koğuşuna döner.
             Biz tamamen habersiziz. Ta ki asker koğuşa saldırana kadar.
             İşte o dönem için hayatımızdan bir kesit ….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder