KIRILAN GÜLLER
Sıddık DEMİR
Hani şu
Rızgarlı Osman Ağa hikâyesi var ya; Osman Ağa’nın üç oğlu vardır. Her bir savaş
için padişahın selamıyla bir oğlunu asker verir. Ne yazık ki akabinde çocuklarının
şahadet haberini alır. Yine öyle bir savaş için üçüncü oğlunu askere almaya
gelenlere; “Söyleyin padişaha benim sülmüme güvenerek ona buna savaş açmasın,
çünkü gayri verecek evlat kalmadı.”der.
Fahrettin
Paşa’nın Yemen müdafaasını bilmeyen yoktur. İmparatorluğun kolu_kanadı
budanırken, direnenlerden biride bu paşadır. Devletin 30 Ekim 1918 tarihi
itibariyle yenik sayıldığı, dolayısıyla ordularının terhis edildiği talihsiz
bir dönemde dahi 1916 dan 1919 yılına kadar, merkezi otoritenin emrine karşı
bile direnerek Medine’yi savunduğu bilinmektedir. Denilir ki silah bırakıp
teslim olun emrini getiren subayı gözaltına aldırarak haberin yayılmasını
engellemiştir. Emrindeki subayların olayı öğrenerek kendisine başkaldırması
üzerine, silahını ve sancağını Ravza-ı mutahhara da ancak Resul’üne teslim
etmiştir. Böylece tam 400 yıldır kutsal bölgelerin hâkimi olan Türk,
Lavrens’lerin ve işbirlikçi Şerif Hüseyin’lerin karşı çalışmalarıyla
hâkimiyetine son verir.
4.Ordu
kumandanı Cemal Paşa Yardımcısı Fahrettin Paşa’yı Hicaz Bölgesinin savunması
için Yemen’deki kuvvetlerin başına gönderdiğinde, Fahrettin Paşa ‘da emir
subayını Yemen birliklerinin güçlendirilmesi için “Rızgarlı Osman Ağa”
misalinde olduğu gibi Anadolu’ya asker toplamaya gönderir.
Gök kubbe
hep delinmiş. Her delik etrafında Anadolu insanı, muhafızlık etmektedir. Tamir
ve tadilatın yanında her türlü fitne karşısında savaşır. Dalga dalga,
gençliğini yaşamadan cepheye sürülen bu kınalı kuzular, bilmem nerede kalır
bilinmeksizin “Meçhul asker” tiplemesinde olduğu gibi geride sönük ocaklar ve
çorak topraklar bırakarak giderler. Ve çoğu geri dönmez.
Asker
toplamak için Maraş-Elbistan’a gelen subay, yine her aileye, her köye müracaat
ederek toparlayabildiği kadar askerle bin bir perişanlık içerisinde yola
koyulur. İstikamet; Maraş’ta ki birlikle birleşerek Suriye toprakları üzerinde
Hayfa’ya, oradan da deniz yoluyla Yemen’e intikal etmek...
Elbistan’ın
Cela kasabasında kasaba imamı Mehmet Efendi’nin de iki oğlundan biri olan
“Himmet” Yemen’e hareket eden birliğe gönüllü olarak katılmıştır. Baba
Mehmet; “Vatan müdafaası için seni
gönderiyorum. Askerliğini ailemize ve dinimize uygun bir şekilde yapmazsan, bir
baba olarak ellerim iki yakanda ve hakkımı helal etmem bilmiş ol oğul” der.
Fakı
Mehmet Efendi imamlığının yanında üç-dört bin kova arıyla da her yıl boyu
uğraşır. Balın tamamını köylüye mumunun iadesi şartıyla bedava dağıtır. Böylece
oluşturduğu mumu Maraş’ta satarak geçimini temin eder. Kendi çocukları başta
olmak üzere köyün gençlerini okutur, bazılarına ise ileri derecede olmasa da
Arapça öğretir. Oğlu Himmet bunlardan biridir.
Yemen’e
gidecek olan asker Maraş’ta toplanarak, dağ tepe demeden Şam’a doğru yaya
olarak yürümeye başlar. Himmet, askerin mola sırasında mütemadiyen azaldığının
farkındadır. Babasının “Hakkımı helal etmem” sözü kulaklarında çınlamaktadır.
Şam’dan Hayfa limanına yaklaşana kadar askerin tamamına yakını, üçlü beşli
firar etmiştir. Bu durum başlangıçta gönüllü olan birliğin, Hayfa limanına
yaklaşana kadar tamamına yakınının kaçması, başlarındaki komutanın işi ciddiye
alıp-almamasıyla da doğru orantılı bir durumdur. Komutan istese bir tane bile
fire vermeden, belki biraz gecikmelide olsa askeri, ihtiyaç hissedilen cepheye
taşıyabilirdi. Demek ki göz yummuştur.
Tam Hayfa
liman’ına varılır ve kumandan arkasına şöyle bir bakınca yalnızca Himmet’ten
oluşan birliği görür.
—Gel
bakalım evladım. Aylarca beraber yürüyoruz. Buradan astı-üstü kalmadı. Ama bir
şey öğrenmek istiyorum. Bütün arkadaşların ayrıldığı halde sen neden o kadar
fırsatları teptin. Söyler misin?
Himmet;
“Kumandanım, babam kaçarsan ve hatta vatan müdafaasında adam gibi olağan üstü
gayret göstermezsen hakkımı helal etmem dedi de ondandır, sizi bir adım geriden
takip ediyorum” cevabını kumandan alınca, ağlayarak; “Hadi sende git evladım.
Gitmezsen seni ben şuracıkta vururum. Fahrettin Paşa’nın karşısına koskoca
Maraş-Elbistan cenahında bir kişiyle huzura çıkamam. Bari asker toplayamadım
mahcubiyetiyle huzuruna varırsam, bu durumdan daha şerefli olur.
Aynı yolu
takip ederek gerisin geri memleketine dönmeye çalışan Himmet, gündüzleri
eşkıyalardan ve sıcaktan korunmak için bulduğu müsait yerlerden istirahat edip
geceleri yol alır. Kendinden önce dönen tanıdık arkadaşlarından bazılarının
karnı yarılmış cesetleriyle karşılaşır kuru çöllerde çoğu zaman. Tedbiri elden
bırakmaz ama yinede günde birkaç defa teslim alınarak üzerinde ne var ne yok
hepsi alınmış olup çamaşırlarına kadar soyulmaktan kendini kurtaramaz.. Açlık
susuzluk da cabası…
Silahların
sevkinde muhafaza için kullanılan “telis” denilen çuvaldan bir tane bulur
ortasını keserek başına geçirir. Al sana elbise… Ayaklar kızgın çöllerin
şartlarına dayanamadığı için serinlikte yol alır. Kaybedecek bir şeyi
olmamasına rağmen, Arap eşkıyalar tarafından tekrar tutulur. Kendi aralarında
geçen konuşmalardan “Şu dereye götürün, karnını açın bakalım altın bulabilecek
misiniz.”Gibi konuşmaları çat-pat Arapçası olduğu için anlar. İki kişi koluna
girer. Dereye doğru çekerken, Himmet yüksek sesle “Ebu Arap, binti Türk” yani
babam Arap annem Türk deyince, bu laf eşkıyanın hoşuna gider ve “O halde
serbestsin” derler.
Babasından
öğrendiği çat-pat Arapça ile karnı deşilmekten kurtulan Himmet, dizlerinden
yürüyecek dermanı olmadığı halde kendini zorlayarak üç-beş aileden oluşan
çadırlara rastlar. Biraz daha yaklaşınca “Bedevi”lerin hanımlarının ekmek
yaptığını görür. Kaç gündür aç olduğunun farkında bile değil. Sonuçta nasıl bir
muameleyle karşılaşırsa karşılaşsın… Olanca enerjisini kullanarak henüz “saç”
üzerinde pişmekte olan ekmeği kapar. Kaçmak dahi aklına gelmeden ağzına
tepiştirmeye çalışır. O anda bütün kadınlar ellerine geçirdikleri sopa ve
benzeri aletlerle üzerine çullanır.
Ekmeği bu kadar zahmetli olarak boğazından aşırır aşırmasına ama yediği
sopanın hesabı bilinmez.
Himmet bir
kamyon sopa ve küfür yemesine rağmen, en az iki günlük enerji toplama karşılığı
hiç acı hissetmeden oradan uzaklaşır. Gece gündüz yola devam eden Himmet, treni
durmakta olan bir demiryolu istasyonuna usulca sokulur. Derken vagonlardan
birine yine aynı metotla seğirtir. Meraklı gözlerle de vagondan insan arar. Yük
treni olduğuna karar verir. Biraz rahatlar vaziyette köşede bucakta ekmek, su
gibi can simidi nevale ararken, öndeki vagonda insan sesi duyar ve kapısını
açarak göz gezdirir. Aman Allah’ım! Başında oturan üniformalı-sivil bir grup
insan ve önlerinde güzel-güzel yiyecekler. Himmet sorgusuz sualsiz etrafta
dikilen silahlı zabitlere bile aldırmadan, masadaki yemeklere iki eliyle
saldırarak eline ne geçirirse aşırmaya başlar.
Neye uğradıklarının geç farkına varan zabitler, Himmet’i bir taraftan
döverek, diğer taraftan ise ellerini ayaklarını sarmak suretiyle etkisiz hale
getirme çabası sürerken; sivil giyimli birinin “Bırakın adamı karnını doyursun.
Belki çok perişan vaziyette biridir. Halinden demi anlamıyorsunuz be adam.
Unutmayın ki şu an sopa karşılığında yediklerini biz onlar sayesinden
tüketiyoruz. Bırakın adamı” deyince; Himmet halen yemeğe devam eder.
Yavaş
yavaş kendine gelince aynı adam sorar, Himmet başından geçenleri anlatır. Adam
ağlamaklı, Himmet ağlamaktadır. Tren belirlenen istikamette yol almakta.
Anlaşılır ki o adam devleti temsilen içlerinde en yetkili kişi. Kendini döven
zabitlere verilen emir üzere, hemen başka bir vagona alınır. Üstü başı temiz
elbiselerle giydirilmeden önce, banyo ve traş işlemleri yapılır. Tekrar emir
sahibinin huzuruna çıkarılır.
—Evladım
biz İstanbul’dan Musul’a gidiyoruz. Gittiğim yerde de senin gibi vatan
evlatlarından oluşmuş bir ordumuz var. Ben onların hem kumandanı hem de babası
olacağım. Seni de yanımda götürmek isterim. Velâkin çok zahmetli bir gönüllü
askerlik maceran olmuş. Sen çoktan ailene kavuşmayı hak etmişsin zaten. Hemen önümüzde
ki istasyon da trenden ayrıl. Kendini kuzeye vurursan memleketine kavuşursun.
Haydi yolun açık olsun, bize de dua edin yeter.” diyerek Himmet’in trenden
ayrılmasını sağlar.
Himmet
aylarca süren yolculukta, onlarca serüven yaşadıktan sonra kasabasına yaklaşır.
Cela kasabası Elbistan’a bağlıdır. İnsanlar her küçük yerde olduğu gibi bu
kasabada birbirlerini çok iyi tanır.
Himmet
köyüne uzaktan görebilecek kadar gelmiştir gelmesine ama dosta düşmana, dahası
“Kaçarsan hakkımı helal etmem” dediği babası Fakı Mehmet’e olayı nasıl açıklar.
Bunca zahmetlerle olanca sıkıntıdan sonra Allah’ın kendine tekrar bahşettiği
canını kurtarmada ki zorluktan da beter bir durumdur bu. Ya inanmazlarsa. Ya
inandıramazsam, gayri babamın ve köylünün yüzüne nasıl bakarım diye kara kara
düşünürken bir kayanın aralığında. Ki mağ remi burada gündüz dinlenip gece eve
varmaktır.
Tepesinde
peyda olan komşuları Abdurrahman “Himmet
vallahi seni görmedim.”sesi ile kendine gelir. Hızla uzaklaşan Abdurrahman’ın ardından
“İnşallah beni görmemişindir, inşallah beni yanıltırsın Abdurrahman” demesi bir
olur.
Ortalık
kararınca, Himmet zuladan köye seğirtir. Arka kapıdan eve dalar. Anasıyla burun
buruna gelince, eliyle anasını ağzını kapatarak sarılır. Gizlice, diğer hane
halkı, özelliklede babası duymadan koklaşır, şorlaşırlar. Himmet kendinden
geçerek uyur. Anası onunda tembihi üzere, oğlunu bir yorgana sararak yüklüğe
zar zor yerleştirir.
Gerek
Himmet gerekse anası o gece öyle bir uyurlar ki… Horozlar öteli saatler geçmiş,
güneş bir minare boyu yükselmiş Himmet yorgana bile sarıldığının farkında
olmadan, destursuz eve girerek yüksek sesle “Gözünüz aydın Ayşe teyze, Himmet
askerden gelmiş. Dün Abdurrahman karşı kayalıkların orada saklanırken görmüşte
ben de gözün aydın demeye geldim.” Sözleri üzerine ev halkı ve Himmet’te
uyanır. Himmet’in ikna kabiliyeti ve doğrularına yürekten inanan babası Fakı
Mehmet oğluna “Hakkımı helal ettim oğlum, sana inanıyorum. Çok ağır laf etmişim.
Esasında sen beni bağışla, seninle gurur duyuyorum. Velâkin benim öyle söylemem
lazımdı. Senin de canın pahasına da olsa böyle davranman gerekirdi. Ortada
samimiyet olunca Allah canını bize bağışlamıştır. Kul samimi olursa Allah sırtını padişahlara
bile üfelettirirmiş. Padişah dedim de anlatayım;
Bir
zamanlar, haftanın belirli gününde başta veziri olmak üzere yüksek memurlarının
bir gün boyunca göz önünde kaybolduğunu gören Padişah; tebdili kıyafet üzere
takibe çıkar. Toplu olarak hamamın birini kapattırarak cümbüş yaptıklarını
tespit eder. Onlar hamama girince kendiside varır kapıyı çalar. Israrla, “şöyle
bir köşede girer çıkarım” talebini görevli senin gibi ihtiyar ve fakir birini
daha aldım. Şu köşede sessizce işinizi görün. Gürültü yaparsanız hemen atarım
dışarı uyarısı üzerine içeri girer.
Bir köşeye
geçer ki, önceden alınan ihtiyar adam da var. Selam kelamdan sonra ihtiyar
“Evladım sırtını dön de keseleyim” der. Padişaha sıra gelince, padişah bir
taraftan ihtiyara kese atarken, diğer taraftan da “De bakalım babalık şu yan
tarafta şatafatla eğlenen insanlar kim? Niçin koca bir hamamı kendilerine
tahsis etmişler. Üstelik her türlü rezillikte cabası. Padişah bu olanı biteni
hiç mi görmez, hiç mi duymaz” deyince ihtiyar; “Boş ver oğul demeyeceğim ama
yapacak bir şey yoksa boş konuşma oğul derim. Sen samimiyetten ve doğruluktan
ayrılma, öyle olunca da Allah sırtını padişahlara keselettirir.”Deyince padişah
ürperir.
Fakı
Mehmet, bu fıkrayla anlatmak istediğini bir güzel anlatmanın vermiş olduğu zevkle
“İşte öyle bir şey komşular” der.
Not: Bu
hikâyede adı geçen “Himmet” ünlü şairimiz Abdurrahim KARAKOÇ’un babasıdır.
***
ELİF NİNE
Sıddık DEMİR
Erzurum’un
Dumlu Kasabasında ki askeri birliğe genç bir yedek subay atanır. Zaman 12 Eylül
ihtilalinden kısa bir süre sonra. Yalnız yedek subayımızın sakıncalı bir sicili
olduğu için, kendisi henüz birliğe intikal etmeden önce “namı” çoktan varmış
bile…
Milli
mücadelede korkunç bir organizasyonla, dönemin en üstün teknolojileriyle
donatılmış işgal kuvvetlerini, kabaran bir vatanseverlik anlayışıyla söküp atan
“Edeler” diyarında genç bir Avukat iken sistem tarafından sicili bozulan,
vatani görevini yedek subay olarak yapmaya çalışan bir adamdır o…
İşgal
kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin başlangıcı olan “Sütçü imam” olayında,
Müslüman Türk kadınının tesettürüne el atan Fransız askerlerinin öldürülmesiyle
başlayan kahramanlık olayını takdir etmeyen bir tane Müslüman Türk bulunamaz.
Günümüzde de aynı hassasiyette olan “Sütçü imamların” adeta Fransız askeri
yerine konularak “irtica” yaftasıyla horlanılması ve Müslüman Türk insanının
içine düştüğü durum, sanki birileri eliyle intikam alınıyor havası
oluşturuluyor sanki… Aynı objeye dün Fransız askerleri bugün ise…
Yedek
subayı genç Avukatın dramı da aynen öyle… Vatan müdafaasında tıpkı suçlu duruma
düşürülerek, çok sevdiği askerlik hayatında adeta “vebalı” imiş gibi muamele görmesi…
Üstelik çekilen onca işkenceden sonra… Ayağına ip takılarak emniyetin beşinci
katında saatlerce aşağı sallandırmaktan mı? Dersiniz, eksi bilmem kaç derece
soğukta açık alanda akan suda ıslatarak dondurulmaktan tutunda, kapalı odalarda
ki işkencelere kadar… İsnat edilenleri kabul etmemesi, en büyük suçudur.
Aradan
yıllar geçer. Uzun bir dönem bağlantısı olduğu siyasi oluşumdan milletvekili
olur. Parlamento da koalisyon hükümeti kurulur. Kendileri de hükümet ortağıdır.
Hükümet başkanı sıfatıyla, ortakların vekilleriyle tanışma merasiminde sıra,
bunca arzulamaya rağmen işkenceleri unutamayan çiçeği burnunda genç vekile
gelir. Çektiği zulümlerin müsebbibi olan zevatı karşısında görünce doğal olarak
uzatılan eli sıkmamakta tereddüt etmez. Ortaklık kısa bir süreliğine soğuk duş
yaşar. Bu davranış, kendi genel başkanının bile gözünden düşmeye yeter bir
olaydır.
Efendim;
“Sığaya çekecektin, devletin âli menfaati için seni yaralayan ve halen
vücudunda izleri var olan işkence olayını unutacaktın” v.s gibi kendi
yandaşlarındaki hafıza kaybı cinsindeki öğütleri de dinlemez değil hani…
Evet, biz
dönelim yine bu eski vekilimizin bir çeyrek asır geride kalan yedek subaylık
zamanına… Dumlu kasabasında ki birlikte asteğmen olarak askerliğini tamamlamaya
devam ededursun, gelelim kendi sıkıntısını unutturan olaya;
Kalmış
olduğu evden her sabah beş dakikalık mesafede olan birliğine giderken kasabanın
dışı olan sokağın başında kışlı-yazlı, sabahlı- akşamlı, soğuğa- sıcağa
aldırmadan sürekli oturarak gözü ufukta bir şey ararmış gibi mütemadiyen bir
noktaya bakan yaşı 80-85 civarında olan bir nine dikkatini çeker.
Aynı
sokakta bakkallık yapan Faruk adındaki esnafa bu kadının durumunu soran genç
asteğmen; Faruk beyin “Tam adamına sordun, komutanım” şöyle bir otur da
anlatayım demesi üzerine asteğmen bir iskemleye sekilenir. Faruk Bey;
“Komutan’ım; O gördüğün kadın benim ninemdir. Kendisi nerdeyse doksan yaşına
gelmiştir. Ben kendimi bildim bileli ninem hep orada olur. Sanki Dumlu’yu sizin
tümen değil de benim ninem tek başına bekliyor zannedersin. Dedemle evlendikten
üç ay sonra, dedem seferberlik emriyle Kafkas cephesine savaşa gider. Ninem
babama hamile… Belli bir süre sonra “Kocan şehit oldu” haberi üzerine ninem yıkılır.
Dedemin akrabaları olayı kabullenerek ninemi başka biriyle evlenmeye zorlasalar
da ninem “Her gün rüyamda Mehmet’imi görüyorum.” “Ben ölmedim Elifim beni bekle
derken nasıl evlenirim” diyerek baskılara boyun eğmez.
Aradan tam
altı yıl geçer. Babam okula gidecek yaşa gelir. Her türlü maddi manevi sıkıntı
çeken Elif ninem bir gün, kocası Mehmed’inde içinde bulunduğu bir takım asker
bir şekilde serbest bırakılarak esir kaldıkları Rusya’dan Türkiye’ye doğru
hareket ettikleri haberini alınca ortalık bayram havasına dönüşür. Başlangıçta
birkaç aydan, ilerleyen günlerde birkaç haftadan, nihayet Kafkaslardan Türkiye
girdikleri haberi gelir. Köylü heyecanlı ama Elif ninem daha bir farklı… Gözüne
uyku günlerdir girmiyor. Babam çocuk ama, babasızlığın sıkıntısı iliklerine
kadar sinmiş, o da anası kadar değilse de heyecanı dorukta”…
Asteğmen
sakıncalı personel olduğu için, kendinden çok ama çok fazla vatansever olan
komutanından, Osmanlıcaya hâkimiyetinden ötürü, sözlü bir emir alır. Komutanı
ona “Osmanlıca bildiğine göre şu bizim tümenin tarihçesini bir çıkar
asteğmenim.”der. Asteğmen de zaman nasıl olsa sıkıcı geçiyor, bu görev benim
için iyi uğraş olur düşüncesiyle görevi kabullenir. Bu vesileyle tümenin
Osmanlıca kayıtları bulunan arşivde çalışmaya devam eder.
Zaman zaman
dışarıdan da yardımlar alır. Bu anlamda kendini iyi yetiştirmiş, Erzurum’da
müze müdürlüğü de yapmış entelektüel boyutta saygınlığı olan bir güzel insanla
tanışır. Yardım talebine karşılık olayla ilgili yerinde bilgilere ulaşmak için
tümene gelme şartı koyan bilge kişinin bu normal talebi, asteğmen tarafından
olumlu bulunur. Dostlukları ilerler. Bilge kişi bizzat yaşadığı bir katliamın
tek şahidi olarak, Dumlu kasabasının bir köyünde geçen Ermeni- Taşnak katliamını
şöyle anlatır.
“Kafkas
Savaşında köyümüzde eli silah tutan bütün erkekler cepheye gitti. Çoluk çocuk
ihtiyar ve kadınlardan mürekkep köy halkı bir sabah silahlı Ermeni
komitelerince kuşatıldı. Bende on iki yaşındaydım. Küçük olduğum için cepheye
gidememiştim. Ermeniler köy meydanına topladıkları çaresiz halkın, camiye
girmelerini emrettiler. Bir müddet sonra dışardan kilitledikleri kapının
altından yanan bir çaput kokusu içeriyi kapladı. Halk “Bizi yakacaklar” diyerek
kapıyı zorladı ve dışarı çıkmaya başladı. Esas vahşilik öyle başladı. Meğer
bizi dışarı zorlama olayı bir tuzakmış. Kapıdan çıkanları hemen karşıya
koydukları makineli tüfeklerle ekin biçer gibi biçmeye başladılar. Bende
kendimi dışarı attım ama gerisini bilmiyorum. Can havliyle kendini dışarı atan
onlarca insanı önce taramışlar. Bilahare de üzerlerine gaz dökerek yakmışlar.
Bir gün sonra katliamdan haberdar
olan bir Türk Birliği bölgeye gelerek onca telef olmuş insanların arasında yarı
canlı bir tek beni bulmuşlar. Diğerlerini defnederken beni Erzurum’a
ulaştırmışlar. Bak şimdi o olayın canlı şahidi olarak karşındayım” deyince
Asteğmen; kendiside yerli insanlardan hem de Ermeni- Rum olmayanlardan, ancak
onlardan daha alçakça reva gördüğü işkence olayında kendi vücudunda izler
kaldığını bildiği için “Yangında bir iz kaldı mı?”Sualini sorar. Yaşı bayağı
ilerlemiş olan bilge kişi hemen ayağındaki çorapları çıkarınca asteğmen, iki ayağında on parmağın hiç birisinin
olmadığını görür. Böyle bir kahraman, böyle bir gazi ve yaşadığı olayı sözlü ve
yazılı bir şekilde anlatarak Ermeni mezalimini bütün Türkiye’ye anlatmayı
sürdüren bu güzel insan, Dumlu’da ki
birliğe bir başka açıdan Türk milletine hizmet etmek için asteğmenle beraber
geldiğinde:
Birlikte
nahoş karşılanır. Üst komutan; asteğmenini bir kenara çekerek “Böyle şeytan
sakallı, gerici, hacı- hoca tipindeki insanların birliğimizde ne işi var. Çabuk
gönder gitsin” diyerek asteğmenine güzel bir fırça atar. Bu tavır insana
kendisini yakan Ermenilerin zulmünden daha ağır gelmez mi?
Tekrar Elif
nineye gelelim: Torunu Faruk Bey devam eder. “Şu anki oturduğu taşın bulunduğu
yerde bütün köylüyle beraber ninem ve altı yaşındaki babam, dedemin köye
yaklaştığı haberini alırlar. Derken önünde ki tepeden kalabalık bir insan grubu
görünür. Yaklaştıkça vaziyetlerinin çok perişan oldukları gözlenir. Üst-baş
yırtık- pırtık, ayakkabılar delik veya paramparça parmaklar görünüyor, çorap
mı? Nereden olacak. Saç sakal birbirine karışmış ama nispeten bir disiplinin olduğu
gruptan dede Mehmet bir taş atımlık mesafeye yaklaşınca yüksek sesle “Elif’immm
ölmeden seni ve köyümü gördüm. Yanında ki çocuğun benim oğlum olduğu da belli.
Ona ve kendine iyi bak. Seni ve oğlumu Allah’a emanet ediyorum Elif’immm.
Biz şimdi Çanakkale’ye gidiyoruz.
Savaştan sonra dönerim. Bekle beni Elif’immm, bekle beni emiii”…Diye uzaktan
seslenir.
Elif
ninenin yüreği atar da atar. Eğer buna dayanacak yürek varsa. Evdeşini uzaktan
selamlayarak bir cepheden bir başka cepheye giden Mehmetlerin Ahmetlerin
hesabını kim yapar…
Üç günlük,
üç haftalık, üç aylık, daha yeni açmış gonca güller misali Elif nineler Fatma
analar, Nene ve Rahime hatunlar bağırlarına vura vura kanlı şerbet içerler ve
üç kuruşluk dünyada ömürlerini böyle şereflice tamamlarlar.
Faruk Bey;
“Bu acı tablodan iki-üç ay sonra Elif nine için kıyamet kopar. Mehmet’i şehit
olmuştur. Haberi gelir. İşte o gün bu gün tam altmış yıl geçti. Elif ninem hep
oradadır komutan’ım. Mütemadiyen, günün tamamına yakın o taş üzerinde, hep o
ufka bakar ve hep bekler. Bu serüven ne kadar ömrü kaldı bilinmez ama son
nefesini verinceye kadar devam edeceğe benzer. Mehmet’ini bir umutla”…Diyerek
hikâyeyi noktalar.
Beklemek güzel şey umut yarısı ya
bekleyememek içler acısı.
“İşte böyle
asteğmen’im”. Asteğmen’in ve Faruk Bey’in gözleri kaynayan bir pınar gibi
hikâye bittiği halde bitmeden akmaya devam eder.
DEVELERİ OYNATMAK
Sıddık DEMİR
Yıl 1914.
Doğu vilayetlerimize Rusların girmesi üzerine ayrılıkçı Ermeni kökenli Osmanlı
vatandaşları, bu fırsattan faydalanmak için örgütlenerek önce otonom bilahare
de devlet kurmayı hedeflerler.
Tıpkı
günümüzdeki ayrılıkçı hareket gibi metot takip ederek, bir yığın masum insanın çoluk çocuk demeden
katline kadar varan eylemlere girişirler. İşin vahametini anlayan merkezi
hükümet, Talat Paşa’nın bizzat emri
üzerine bölgeye üç müfettiş gönderilir. Umulur ki; İleri gelenlerle görüşülerek
bu işin yanlış olduğu, dolayısıyla ferasetli davranılırsa asırlardır beraber
yaşamış iki milletin arasına Rusların oyunlarına gelerek kan davası girmemesi ve
olabilecek bir kanlı olayın daha da büyümemesi için ikna edilsinler.
Müfettişler
aldıkları emir üzerine bölgeye intikal ederek her gün heyetler halinde kanaat
önderleriyle sabahlara kadar işin vahametini tartışırlar.
Yine bir akşam
geç vakitlere kadar çok sert tartışmanın olduğu ortamda ayrılıkçıların radikal
milliyetçi söylemleri müfettişleri bunaltır. Olayları yatıştırmak ve varsa
masum isteklerine çözüm bulmayı merkezi hükümete iletmeyi amaçlayan heyette
birinin dikkatini uzun zamandır konuşmalara şahit olan ama tek bir söz dahi
alarak fikir beyan etmeyen olgun yaşta bir adam gözüne çarpar.
Merakla;
“Amca sen hiç
konuşmadın, oysa burada bulunduğuna göre
mutlaka kanaat önderi, sevilen ,sayılan
ve itibar gören birisin. Lütfen kendini tanıt ve tartışmaya katıl” uyarısı
üzerine;
“Müfettiş Bey
oğlum; evet dediğin gibi uzun zamandır sizleri dinliyorum. Benim adım İbrahim.
Türk oğlu Türküm. Şu mecliste sizi bilmiyorum ama Türk olan yalnız ben varım
herhalde. Şahsen bu konuşulanlar benim kanıma dokundu. Ama yıllar var ki
beraber yaşadığımız bu insanlara ne oldu da birdenbire değiştiler anlamıyorum.
Bana biraz müsaade ederseniz bir fıkra anlatmak istiyorum” deyince herkes arkasına
yaslanarak İbrahim Efendiye dinlemeye başlar.
İbrahim
Efendi;
“Burası
Erzurum’dur. Yakın döneme kadar Erzurum esnafı ticaretini Trabzon’la yapardı.
Bunun için en iyi vasıta Deve ve Eşek ten oluşan yük hayvanlarıydı.
Erzurum-Trabzon arası çok uzak olduğu için esnaf ürettikleri malı sonbaharda
hayvanlara yükleyerek dağa taşa kar düşmeden
Trabzon’a intikal ederdi. Ellerindeki ürünleri paraya çevirmek için bir
kış dönemine ihtiyaç duyulur, tekrar Erzurum’a ilkbaharda dönerlerdi. Bu arada
yolda kendileri veya hayvanları kaza veya bir şekilde hizmet dışı kalırsa, yol
üzerinde ki hanlarda ilkbahara kadar mecburi dinlenir veya yol yakınsa geri
dönerler. Hayvanlarını ise seyiplerler, yani bulundukları yere gelişi güzel
bırakırlardı.
Böyle bir
ticari yolculukta yüklerini değil kendilerini bile zor taşıyabilecek durumda
takati olmayan bir Deve ve bir Eşeği azat ederler. Kendilerine gelirse gelir
yoksa büyük ihtimalle kurda kuşa yem
olsun niyetiyle gözden çıkarırlar.
Kervanın Trabzon’a
hareketi ile dönüşü arasında aylar geçtiği için bizim azat edilen Deve ile Eşek
bu zaman zarfında iyice semirir ve eskisinden çok daha güçlenir. İlkbaharda
kervan aynı yol üzeri Erzurum’a dönüş yaparken bir koyakta otlayan Deve
ile Eşek tarafından görülür. Hemcinslerinin bu sefer başka yük altında
zorlanarak yol aldıklarını hesaba katmayan Eşek;
“Deve kardeş
anırasım geldi” der. Devenin “Yapma eşek kardeş, bak ne güzel özgürce günümüzü
gün ediyoruz. Bu hayat bizim için bir nimet. Şimdi sen anırırsan bizi azat eden
sahibimiz görür ve iyileştiğimiz için tekrar yük altına alır, yapma etme
yalvarıyorum sana gibi bin bir dil dökerek Eşeğin anırmamasını ister. Ama Eşek
bu; illa eşeklik yapacak ya ‘anıracağımda anıracağım’ der ve anırır.
Deve ve Eşek
fark edildiği için kervan durur tekrar yük altına alınırlar. Bir müddet böyle
yol alınır, derken eşeğin ayağı taş arasına sıkıştığı için kırılır. Bırakın
yükü, kendini taşıyacak mecali dahi olmadığı halde sahibinin gözüne güzel
göründüğü için azat edilmeye kıyılmaz. Yükünü devenin yüküne kendisi de
yüklerin üstüne konur.
Deve kendi yükü
yetmiyormuş gibi birde Eşeği yükleriyle beraber taşımak durumunda kalır. Ta ki
alt tarafı uçurum olan Zigana dağlarında bir bölgeye gelene kadar. Deve çok büyük
sıkıntı yaşar. İşte tam oraya gelince Deve;
“Eşek kardeş
oynayasım geldi” der. Eşek bir bakar ki
alt taraf uçurum; Bu seferde bin bir dil dökme sırası Eşekte... Deveyi bu
eyleminden vazgeçirmek istese de Deve; “oynayacağım da oynayacağım” der. Ve
başlar oynamaya… Deve olayı ucuz atlatır ama Eşek uçurumun dibine çok parçalı
halde düşer”.
Müfettiş
heyeti ve Ermeni liderleri İbrahim Efendinin son sözünü söylemeden meramını
iyice anlamış olurlar. Onun müfettişlere dönerek; “Bu arkadaşlara tavsiyem,
Develeri oynatmasınlar” der.
İbrahim
Efendinin anlattığı bu olaydan ders çıkarılmadığı için Ermeniler, Devenin
oynaması için mütemadiyen ellerinde ne geliyorsa yaparak sürekli tahrik unsuru olurlar.
Nitekim; Merkezi
hükümetten o günün Erzurum’undaki askeri birlik üst kumandanına Talat Paşa
imzalı gelen bir emirname ile; “Yetti artık, Develer oynasın” talimatı verilir.
Bu hikayeyi
1994 yılında K.Maraş mebusu olarak
mecliste bulunan Saffet Topaktaş, kendiside vekil olan Şeyh Sait in torunu Abdülmelik Fırat’a anlatır.
Söze; “İki
tarafın aydınları olarak bin yıl beraber olduğumuz bu topraklarda aydın
sorumluluğu taşımalıyız ve Deveyi oynatmamalıyız” diye başlayınca Abdulmelik Fırat kısa bir süre sükut
kaldıktan sonra “Bizi eşek ettin” sözü usulce dilinden dökülür. Ve yine usulce
oradan uzaklaşır.
Bir partinin
Diyarbakır il başkanının tüyler ürperten, meydan okuma gibi ağır ithamları
karşısında “İbrahim Efendi’nin Ermeni ayrılıkçılarına söylediği hikayesini biz
Kürt ayrılıkçılarına hatırlatmayı insanlık adına vazife bildik, o kadar. Gerisi kendilerinin bileceği iştir.
HALK MAHKEMESİ
Sıddık DEMİR
Gülbey;
yüksek öğrenimini yapmak üzere gittiği serhat şehri Edirne’den kişiliğiyle kısa
sürede ön plana çıkmış bir ülkücüdür. 1979’un ateş çemberinden geçerken;
düşenleri toprağa, yara alanları tedaviye, tutsak olanlarında ziyaretine devam
etme işinden gençliğini yaşamadan kaybeden zümreden bir gençtir.
Karaoğlan
iktidarında, zam ve zulmün fırtına gibi estiği o dönemde, Gülbey ve bir avuççuk
arkadaşları inandığı bayrağı hep yüksekte tutma gayretini yaşamaktadır.
Dönemin
siyasi iktidarı karşısında, Yavuz bıyıklılar, Kafkas şapkalılar, eli
tespihliler, ağzı kalabalıklar hep tüymüş, kale üç-beş Gülbey gibi şekilciliğin
dışında gerçek anlamda ülkücülerin müdafaasında varlığını korumaktadır.
Ellerin yurdunda çiçek açarken bizim ele kar geliyor gardaşım
Bu
hududu kimler çizmiş gönlüme dar geliyor dar geliyor gardaşım.
Diyen
ozanların yüksek sesle konuştuğu ülkede, evdeki bulgur, pirinç misali bir kısım
ülkücüler tutsak edilmişlerdir. İşin en önemli boyutu da tutsak olan
arkadaşlarının durumudur.
Edirne’de çok
büyük bir cezaevi vardır. Gülbeyler günün bir kısmını mevzi tutarak, bir
kısmını da tehlikeliler altında cezaevindeki arkadaşlarının ziyaretine giderek,
bir kısmını da kendi çocukluklarına ayırarak yaşamak mecburiyetinde olan
yetişkinlerdir.
Cezaevinde
cinayet zanlısı olarak yatmakta olan bir arkadaşının mahkemesi için getirilmesi
gerekli evrakın, yerine ulaştırılma görevi Gülbey’e verilir. Evrak, arkadaşının
memleketi olan Uşak ilinin Sivaslı ilçesinin Ketenli köyünde bulunmaktadır.
Hiç
tereddütsüz yola çıkılır. Uzun köprü üzerinde İzmir, Uşak ve Sivaslı ilçesine
varılır. Mahkum arkadaşının adı Yılmaz Başkandır. Yılmaz, giderken Gülbey’e
birde mektup verir. Sivaslı’daki öz dayısı Mehmet Yıldırıma uğramasını, onun
kanalıyla anasının, babasının bulunduğu Ketenli köyüne gitmesine tembih eder.
Gülbey tembih
üzere, Sivaslı ilçesine iner inmez Mehmet Yıldırımı arar. Bir çay ocağında
bekletilerek dayı Yıldırımın gelmesi sağlanır. Gülbey dayı Yıldırımı beklerken
çay ocağında beş-on kişinin siyasi konuşmalarına kendince müdahale eder.
Konuşmalarının bir iki yerinde Türk adında bir ırk olmadığı, üç-beş uç beyinin
Anadolu’ya gelerek onların Türk olma olgusunu gerçekleştirdiklerini, doğrusu kendilerinin
Türk’ün dışında Anadolu’nun yerli kavimlerinden olduklarını ve dahası neler
neler… Çaldıranda Alevilerin Hanefi dini mensuplarınca katledilğinin üzerinde
durulurken, Gülbey dayanamayarak “Hanefi dini adında bir din yoktur” çıkışını
yapar…Projektörler Gülbey’in üzerine döner…Peşi sıra sorular sorulur. Sen
kimsin? Nesin? Nereden geldin? gibi…
Gülbey
sorulardan birine cevap verir. “Ben Müslüman Türk çocuğuyum” diyince.
çıldırırlar… Tepkinin çok büyük ve ittifakla olması, Gülbey’in biraz geri adım
atmasına sebep olur. Devamla;
“Kendimizi böyle
ifade etmemiz bizim suçumuz değildir. Devletin milli eğitiminde bir çocuk
kendini Türk olarak ifade etmektedir. İlkokul dört-beşler de Ergenekon
Destanlarıyla başlayan serüven, Türk-Yunan savaşına kadar devam eder. Ve insan
kendini Türk kabul etmektedir.” Gibi alçaktan alınarak söylenen sözler çay
ocağı ekibini tatmin etmez.
Dayı
Yıldırım’da gelince Gülbey’e işaret edilerek dışarı gelinmesi söylenir.
Yürürler, Gülbey’de yürür. Bir kuytu yerde bulunan binaya girilir. Bir-iki
zemin kat derken, genişçe bir salona geçilir. Lambalar yanar. Etrafta masa ve
sandalyeler, çerçeveli resimler… Birdenbire Gülbey bu mekanın hangi amaçla
kullanıldığını tahmin etmekten gecikmez.
Çok kitap okumuştur, Halk mahkemesiyle ilgili… Duvardaki sloganlar ve
Marks-Lenin resimleri Gülbey’in kanaatini pekiştirir.
Sorguya
geçilir. Yılmaz Başkanı nereden tanıdığı dayı Mehmet tarafından sorulur. Ve öz
ablasının oğlu için,” o anasını, avradını… oğlu, kim bilir hangi yoldaşın
kanına girdi, kim bilir hangi yoldaşın evine bomba koydu, yoksa cezaevinde ne
işi var” gibi celalli bir konuşma yapar. Gülbey işin vahametini anladığı için
soğukkanlılığını bozmadan “Edirne’den İmam-Hatip’ten okuduğunu, faşistlerle
arkadaşlarının kavga ettiklerini, bu nedenle bir kısım arkadaşlarının cezaevine
konduğunu, onları ziyarete gittiğinde adının Yılmaz Başkan olduğunu söyleyen
biriyle karşılaştığını, Uşak’ta askerlik yapan kardeşini ziyarete gideceğini
duyunca, kendiside Allah rızası için ailesinin yanına kadar vararak, benden
haber götür demesine dayanarak emaneti yerine iletmenin dini görev olduğunu
anlatır”…
Sorgucular
bakarlar ki dini yönü güçlü bir kişiyle karşı karşıyalar. İçlerinden bir tanesi
“Sen akıncı mısın gardaş” dediğinde Gülbey; “Nereden anladınız?” diye karşılık
verir. “Dini yönün güçlü gibi görünüyor da” sözü üzere Gülbey zaten
soğukkanlıdır, ama daha da rahatlar.
Sorguncular
‘Bu faşistler size yeşil komünist, bize kızıl komünist derler. İkimizin de
düşmanı faşistlerdir. Biz sizinle anlaşırız.
Siz abdestli camiye gidersiniz, biz ise çoğu zaman denetim için abdestsiz gider, hocayı dinler müdahale
edecek bir şey bulamaz isek namaz kılmadan çıkar geliriz. Bu anlamda sizinle
bir problemimiz olmaz” gibi inciler yumurtlarlar.
İki tarafta
rahatlamıştır. Öyleyse yoldaştan bir taksi çağırın bu gardaşı daha fazla
tutmayalım denir. Taksi gelir, Gülbey’ide alır doğru Keten’li köyüne…Şehri
çıkınca Gülbey şoföre boşalır. Kendisinin ülkücü olduğunu, hatta ülkü ocaklarında
yetkili olduğunu sert ve küfürlü bir şekilde anlatır. Korkma sırası şoförde…
Köye varılır,
köyden şehre başka araba olmadığından bir gün sonra gelmesi tembih edilerek
şoför gönderilir. Durum Yılmaz ailesine anlatılır. Aile pek bildirmez, ama
endişelenir. Gülbey’in yatağını çatı arasına yaparak merdiveni çekerler. Gece
baskını olursa tedbir olsun diye…Sabah olur, korkulan olmamıştır. Taksi
beklenir. Bir iki saat geç gelen şoför aynı şoför ama taksi nerdeyse hurda bir
araç. Geldiği araç olmadığı için Gülbey soğukkanlı bir şekilde “Bugün işimizi
halledemedik, paranı al ve yarın aynı saatte bekliyorum” diyerek adamı
gönderir. Takip ederek tehlikenin ortadan kalktığı anlaşılınca Gülbey ev sahibi
amcayla, kara bir eşeğe binerek hemen başka bir, şehre arabası olan köye
ulaşır. Köyün imamının evinde kalınır. Banaz ilçesine giden minibüse saatinde
binilir. Yol çatında inilerek İzmir-Afyon otobüslerinden biriyle Afyon’a
ulaşılır.
Gülbey şöyle
bir etrafı süzdükten sonra kendine güven gelir, gelmesine ama hala streste…Onun
stresi, şahsi korku ve kaygılardan değil, Türk’ün vatanında Türk’ü tutsak etmek
isteyenlerin cüretinedir. Afyon’da milliyetçi sloganlar her tarafı kaplamış,
sokaklarında insanlar pala bıyıklı, çalışanlaın siluetlerinde bir güzellik,
lokantalarında yemekle beraber biralarını yudumlayan ülkücüler v.s.
Köyden
Yılmaz’a ulaştırılmak üzere verilen emaneti trene yerleştirirken, hareketlerine
müdahale eden gar memuru “neden sinirlisin böyle? Müslüman Türk değil miyiz
gardaş?” hitabına Gülbey aynı sertlikte “Değilim, ben Müslüman Türk değilim”
dediğinde yine etrafı sarılır. Neden değilsin? Hangi dindensin? Hangi din ve
milletten olursan ol, burası Türk devleti “Müslüman Türk’üm diyeceksin” gibi
yaklaşımların tansiyonunu düşürmek için Gülbey başından geçeni anlatarak,
oradan da öylece kurtulur.
Gülbey almış
olduğu görevi yerine getirir. Mahkeme için gereken evrakı zamanında memura
ulaştırır. Yılmaz cezaevinde tahliye edilir. Kısa süre içinde gümrük memuru
olur. Yine kısa bir süre içinde çok güzel bir araba alır. Gülbey’in yanından
geçerken kendince korna çalmak gibi bir lüksü dışında hiç de pas vermez.
DEVLET HER ŞEYİ BİLİR
SIDDIK DEMİR
O; bir
Eylül akşamı Numune hastanesinde görev yapan dört kafadardan Dr. Arif Bey;
Kayseri’de bulunan eşiyle görüşmek için hastane santraline talebini yazdırır.
Ümit eder ki her zaman arada bir bağlattığı şehirlerarası telefon gibi hiçbir
aksilik olmadan çoluk çocukla görüşebile…
Bir müddet
sonra santral memuru bizzat Arif Doktora gelerek, merkezden bir türlü kayıt
alınamıyor haberini verir. Dr. Arif ve arkadaşları “eyvah! İhtilal olacak”
ifadesini kendi aralarında ve sesli olarak söyleyerek panik yapmadan safları
sıklaştırırlar.
Dr. Arif söz
alarak; “Arkadaşlar; Bu gece büyük bir ihtimalle ordu iradeye el koyabilir.
Durumumuzu dikkate alarak bir değerlendirme yapmamız lazım. Esasında gerekli
olan tedbirleri almamız için fazla zamanımız da yoktur. Öyle zannediyorum ki;
Ben ve Emin ihtilalcilere yakalanırsak ikimizin de dünyasını zindan ederler.
Siz! Ziya ve Nebi; ikiniz en kötü ihtimalle üç-dört yılda yırtarsınız. Onun
için hiçbir şey yokmuş gibi davranın. Bizim buralarda olduğumuz imajını verin.
Hemen önlükleri çıkararak ilk fırsatta Ankara dışına çıkmamız lazım. Şimdi
gelin kucaklaşarak birbirimize hakkımızı helal edelim. Aksi bir durum varit
olursa, yani ihtilal konusunda yanılmış olursak, birkaç gün sonra
döneriz.”Dedikten sonra beyaz önlükler yıldırım hızıyla çıkarılarak gerekli
evrakların da alınmasıyla kucaklaşmaları bir olur.
Kapıdan çıkar
çıkmaz kendilerini bir arabaya atarak merkezden dışa doğru yol alırlar.
Emin Bey’in,
Haymana’nın bir köyünde babası muhtarlık yapan bir arkadaşı aklına gelir.
Doğruca köye varılır. Kulaklar radyoda heyecanla beklenir.
Onbir Eylül’ün
akşamı hava biraz kararınca dışarıda palet sesleri duyulur. Ziya ve Nebi
ikilisi Numunenin idari kısmında yapılan anonsların yanında, namluları
çalıştıkları bina ya yönelik birden çok tankın varlığını görerek ihtilale şahit
olurlar. Aralarında ‘Bu Arif Bey’den de hiç yanılma payı yokmuş gibi
ifadelerle’ kendi durumları hakkında fikri hazırlığa başlarlar.
Bir gün sonra
radyo ve televizyonlardan dışarı çıkma yasağı ilan edilir. Çalışanlar çalıştığı
yeri, evdekiler bulundukları yerleri terk etmeme emri üzere olağan üstünlük
yaşanır.
Dr. Arif
Kayseri’li dir. Emin Bey ise Mersin’in Yörüklerindendir. Arif ve Emin
Haymana’da birkaç gün kaldıktan sonra yolları ayrılır. Dağ, taş demeden yaya
olarak veya otostop yaparak memleketlerine dönmek için olağan üstü gayret
gösterirler. Emin Bey, Gazi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği son sınıf
öğrencisi olduğu için, fazla işler olmayan bir yol üzerinde elektrik aksamında
ki problem nedeniyle yolda kalmak mecburiyetinde olan bir aracın arızasının
giderilmesine yardımcı olduktan sonra güneye doğru yol alır. Otomobilin sahibi
ile kısa süre dost olurlar. O da ihtilalin mağduru olmamak için nereye
gittiğini bilmeden direksiyon sallayan altın kaçakçısı Ermeni asıllı bir Türk
vatandaşı çıkar. Kadere bak der Emin: “Bir Türk Vatandaşı ile bir Tür’ün farklı
nedenlerle aynı kişilerden, aynı amaç için aynı yöne kaçıyorlar”…
Ermeni asıllı
Türk Vatandaşı, Emin’in Mersinli olması ve o bölgeyi iyi bilen biri hesabıyla,
“Sen benim Mersin üzerinde ülkeyi terk etmeme yardımcı ol, bende yurt dışında
güçlü bağlantılarım olduğu için sana yardımcı olmaya söz veriyorum” teklifi üzere Emin kabul
etmekten başka çaresi olmadığından tamam der.
Planladıkları
gibi bir Türk ve bir Ermeni Türkiye sınırları dışına, bir Yunan Şilebi
sayesinde kaçarlar. Önce Yunanistan Mora yarım adası, ardından İtalya,
nihayetinde Fransa’ya ulaşırlar. Ermeni ile kader arkadaşlığı yapan Emin,
başlangıçta vermiş oldukları söz üzere kalırlar. Birbirlerine yanlış yapmazlar.
Fransa’da ufak tefek başladıkları işe, bu gün 300-400 işçiyle idare edilen
büyük bir fabrika haline dönüştürürler.
İhtilalden bir
gün sonra Numune Hastanesinde başta Dr. Arif ve arkadaşlarını almak üzere varan
yetkililer, derisinden sigara söndürerek tatmin olacakları, kafadarlardan iki
kişinin yerlerinde yel estiğini görerek, bari elimiz boş dönmeyelim diyerek,
Ziya ve Nebi’yi gözaltına alırlar. Uzun bir mağduriyet söz konusu olmadan kısa
bir süre sonra onlarda şartlı olarak bırakılır.
Emin Fransa’da
tahsilini tamamlar. Elektrik Mühendisi unvanı ile seksen dokuz yılında genel af
üzerine ülkesine gelir. Uçaktan iner inmez sorgu için gözaltına alınır, ama af gereği tekrar bırakılır.
Şu anda
müteşebbis bir Türk insanı olarak Fransa’da ikamet etmektedir.
Dr. Arif ise
bir yolunu bularak Nahçıvan üzerinde Azerbaycan’a geçer. Genel af çıkana kadar
diğer Türk Cumhuriyetlerinde çalışır. Üstelik Emin gibi ihtisasını da yaparak
dâhiliye doktoru olur. Genel afta ülkesine döner. Şimdi de Adana’nın en büyük
hastanelerinden birinin baştabibi olarak görev yapmaktadır.
Şartlı olarak
bırakılan Ziya ve Nebi Beyler diyor ki; “Gözaltı süremizde öyle sorularla
karşılaştık ki; sonraki hayatımızda aşırı tedbiri kendimize prensip haline
getirmeye söz verdik. Gördük ki; Devlet
her şeyi biliyor.”
TOMURCUĞUN KADERİ
SIDDIK DEMİR
Ali Bey yolculuğa çıkmadan önce
vakit öldürmek bahanesiyle gezinirken;
Orta yaşlarında bir kadınla biraz daha geçkin bir adam arasında
üç-dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice dövüldüğüne şahit olur.
Öyle ki çocuğun ağzı burnu kan revan içerisinde, üstü başı vura vura yırtılmış,
çürümüş, sel sümük birbirine karışmış, adeta futbol topuymuş gibi, adam vuruyor
kadının uçağına, kadın vuruyor adamın kucağına düşüyor çocuk. Bu da yetmiyormuş
gibi birde söz ile çocuğun psikolojisini allak bulak ediyorlar.
Ali Bey çok geçmeden bu çocuğun,
o iki yetişkinin evladı olduğunu anlıyor. Yüreği ağzına geliyor. Aman Allah’ım
diyor, bir çocuk, bir masum yavru, iyiyi kötüyü seçemeyecek yaşta bir sübyan,
neden bu kadar zulüm! Bırakın vurmayı, vicdansız insanlar! Verin çocuğu bana
deyip çocuğu kapıyor ve devam ediyor "Siz Allahtan' damı korkmazsınız,
öldürecek misiniz bu yavruyu" deyince aldığı cevap karşısında adeta
dünyası başına yıkılıyor.
"Evet
öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı" neden böyle davrandığımızı
bir güzel anlatayım da sende bize hak ver diyor adam ve devam ediyor;Bak beyim,
sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun.Herhalde Devlet Memurusun. O kadar
insan yanımızdan gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı
göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir
bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi canavarım.
Almışlı yıllarda Almanya'ya
gittim. Gurbete giderken evliydim. Çocuklarımı görmeye sık sık gelemiyordum.
Eşimin ölümüyle yetmiş senesinde memlekete geldim. İki-üç tane çocuğum öksüz
kaldı. O dönem Almanya'ya gitmek büyük bir ayrıcalıktı. Memlekette eş-dost bu
Almancı, bunda para bol deyip rahmetlinin üzerinde az bir zaman geçmesine rağmen
güzel ve oldukça genç bir kızla beni tekrar baş göz ettiler. Dolayısıyla ikinci
eşimle kısa bir beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin yolunu tutmak zorunda
kaldım. Uzun müddet memlekete gelemedim. Aradan sekiz-on yıl geçtikten sonra
ancak dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç-dört yaşlarında bir çocuk
var. Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, bu çocuk senin
diyorlar. Ben hesap ediyorum sekiz-on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk
üç-dört değil de sekiz-on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah
buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve ya öleceksin yada ikrar
edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti. Ali Bey'e dönerek, "hemen
aklına bir başkasıyla gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri değil mi
beyim. Ah keşke öyle olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin karşısında çok şereflidir.
Neler vermezdim düşündüğün gibi olsaydı."
Evet sıkı
dur beyim sıkı dur, beni kahreden ölüp ölüp dirilten gerçek şu. Gurbete
giderken, yeni anasının yanında bıraktığım, bu gün on sekiz-yirmi yaşlarında
olan oğlumla... Bu velet olmuştur. Şimdi bu çocuk nedir, kimdir, nesebi,
kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü yıkımı nasıl izah edilir,
anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz olacaktır. Bu çocuk
yaşamamalıdır, gibi yakınmalar hemen kahramanımızda zekice çağrışımlara sebep
olur.
Ali bey herhangi bir Bakanlıkta
Müdürlük görevi ifa etmektedir. Aydınlıkevler de bir cami imamı, çok önceleri, bir
evlatlık çocuk arandığını söylemişti. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama
hiç mi hiç mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebe çağrışım yaptı.
Emin ve vakur bir şekilde,
"öldüreceğinize verin bana bu çocuğu vicdansız herifler" diyerek
çocuğu kaptığı gibi oradan uzaklaştığı bir olur.
Akşam evine gelir, ilk işi Gökovada ki çocuklarını arayarak
iki-üç gün sonra döneceğini bildirir ve ister ki çocuğu rahat ettirsin, önce
banyo yaptırmak aklına düşer, bu amaçla çocuğu soyar. Aman Allah’ım yavrucağın
vücuduna dünya fiziki haritası çizilmiş, vücudun her tarafı çürümüş, memlekette
anasının yapmış olduğu turşu içindeki domates veya salatalık gibi adeta iğne
ile delik deşik edilmiş haline, sevgiye tutkun bir insan kalbi ile gözyaşları
içerisinde hüngür hüngür ağlıyarak şahit olur.
Gerekli tedbiri aldıktan sonra
yavrucağın kamını doyurur ve uyutur. Kendiside şöyle bir balkona çıkar, o
efkarlı hal içinde mesasmı kurar ve kendi deyimiyle bir güzel demlenir.
O gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin yardımıyla
tezelden bulur. Hikayesini anlatır. Karşılıklı sözler verilir. Bilahare akşama
doğru arabasına binerek tekrar Gökovaya doğru yola koyulur.
Aradan tam yirmibeş yıl geçmiştir. Hikayesini dinledim. Çok
manidar ve çok ilginç buldum. Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan
ailesi, gazete ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış şimdi ise umutlarını kesdikleri
zennediliyor. Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu anda umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve mutluluk
getiren bu çocuk otuz yaşlarında evli ikinci çocuğu olan bir aile reisidir. Çok
güzel bir eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel okullarda, liseyi Ankara
TED Kolejinde, Üniversiteyide Bilkentte tamamlayarak hayata büyük bir iş adamı
olarak atılmıştır. Şu feleğin işine bak derler ya: nerden nereye... bir insanın
bir âlem olduğunu, bir âlemin kuruluşundaki aşk deryasını, fıtratına uygun bir
ölçüyle ortaya koyan Ali bey ancak ve ancak abide şahsiyetlere yakışır,
seçilmiş insanlara layık
davranışıyla zaten yeteri kadar büyümüştür. Burada her kişinin
değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor. Kim bu insan, bu gün bağlantın var mı,
seni ziyarete geliyor mu,diye peş peşe soruyorum,yine verdiği cevap
kahramanca... sözüm var söylüyemem diyor ve ekliyor;Ben doğduysam isteğimle
değil, istemediğim bir hayatkucağına almış beni yaşatıyorsa, bu hiç de doğru
değil.İnsansam ben, yaşamak hakkımsa, tabiat kuralları insanlar için eşitse,
var olmak, yok olmak kadar doğalsa nedenyaşamak hakkım değil.
Kavgayı,
bir ağacın yaprağına yazmak isterdim.Sonbahar gelince yaprak kurusun diye.Öfkeyi
bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok olsun diye,
Nefreti karların üzerine yazmak
isterdim güneş açsın erisin diye,
Ve dostluğu ve sevgiyi yeni
doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla büyüsün dünyayı sarsın
diye.
telli senem
(İki Yüreğin Türküsü)
Sürgün yeri olmuştur Elbistan ve Afşin yöresi Osmanlı da,
tıpkı Hicaz gibi, Kıbrıs gibi, Fizan gibi.
Bir bey düşünün, "tiz sürüle Elbistan'a"
denilince, ne zaman ve nasıl tekrar dönülebileceği hesabı yapılmada, pılı pırtı
toplanarak yeni yerine avdet etmeye... Ne mümkün. Siyasi iradeye, devlet
çarkının işleyici içinde karşı gelmek mi? Aman Allah korusun...
îşte devlet umuru görmüş bir bey Yazıcıoğlu. Biz onun devleti
ile ilgili kriterini yapmayacağız. Bu yazının amacı, günümüzde halen dilden
dile dolaşan Türk edebiyatına tek bi şiiriyle geçen, şiir değil adeta,
duyguların kan-revan bir şekilde kısaca ifade edilişini ortaya koyacağız.
Beyimiz Yazıcıoğlu, Afşin'e avdetinden sonra, kendisine bir
yerleşim yeri arar ve bugün TANIR olarak bilinen yöreye yerleşir. Denilir ki
Tanır Kasabasının kuruluşu Yazıcıoğlu beyle başlar.
Kasabayı ikiye ayıran Hurman çayı ve çayın etrafında
gelişmiş sulu tarım arazileri ile binbir çeşit ağaçlardan ve her adım başı
pırıl pırıl, buz gibi kaynak sularıyla Tanır Kasabası, payı tahta başkentlik
eden istanbul sevdalıları için elbette yer ve güzellik olarak tercih sebepleri
olması kadar doğal ne olabilir ki..
Dönemin en gözde geçim kaynağı Tarım ve daha çok hayvancılık
olduğu için, hayvancılıkla uğraşanlar kışlık sabit yerleri ve yazlık yaylaları
yurt edinirler.
Yazıcıoğlu ailesi Binboğa yaylalarım kullanır. Hemen her yaz
mevsimide aynı yaylada Hatay tarafından gelen bir başka ailede bulunur.
İşte hikayemiz burdan başlıyor.
Hatay taraından Binboğa otlağına gelen aileden bir kız, güzel
mi güzel, endamlımı endamlı, asil mi asil, adı SENEM. Aşireti ona Telli Senem
der. Telli Senem'in gözü kimseyi görmez. Taliplileri çok ama o hep arar. Kim
bilir belki Anka kuşu gibi efsane olup gidecektir. Belki de bir kötü talih. Ah senem
aah... Hikayeyi bilen bilir, içinde fırtınalar esen, aşk sokağında aklını
kaybeden, sevginin, sevme olgusunun asaletine inananlar seni bilir. Zamanımızın
yaşayan Karacaoğlan'ı der ki; Her asil insanın mutlaka bir mihribamn'ı var. Ha
Yazıcığlu'nun senem'i, ha Karakoç'un Mihribanı... Söyleyin Allah aşkına, bu
duruş kalemle ifade edilir mi? Yaşanır, yaşatılır tekrar yeni vücutlarda, yeni
adreslerde inkişaf eder ancak.
Yavuz'un Mısır'ı fethinde gördüğü bir ahu karşısında dili
çözülür. Sanki koca Mısırı fethedişinin iksirini bulur. Ve o büyük olayın ilahı
mesajına odaklandığı sözlerini hemencecik ilhamının yüzüne karşı fısıldar.
Şiirler pençe-i kahrımdan olurken Lerzan Beni bir gözleri
ahıya zebun eyledi felek
Yüzlerce örnek verilebilir. Bizim Yazıcıoğlu'da, bey'mi bey,
yiğit mi yiğit. Hep kaçamaklı görüşürler Telli Senem'le Senem nihayet aradığını
bulur. Engellerde nedense bu tür hikayelerde hep aynı olur. Sebep sonuç
ilişkisine insanlarımız hep ağlar durur.
Uzun sürer sevdalan. Her yaz yaylaya çıkma vakitleri iple
çekilir. Sevdaları bütün ovaya yayılır. Taki hep olduğu gibi en son kızın
babası olayı duyar. Tepkisi sert ve önlemi çok ricit olur. Telli Senem bir daha
binboğaları göremez.
Yazıcıoğlu hep bekler
anka kuşunu. Ne haber, ne gelen ne giden vardır.
Son görüşmelerinde aht etmişler, birbirleri dışında hiç kimseye
yar olmayacaklar...
Aradan yıllar geçer. Yazıcıoğlu bey'dir. Hikaye unutulur. Çevre
töre gereği çok baskı yapar ve Yazıcıoğlu evlenir. Çoluk çocuk derken torun
torbaya karışır. Yaşı neredeyse bir asra yaklaşır.
Bir gün köy odasında otururken, bir kervancı başı tarafından
arandığını söylerler. Kervancı huzura alınır ve meramı sorulur. Kervancı
"Yazıcıoğlu kim" der. Benim cevabını aldıktan sonra, beyim bir
haftalık yoldan geliyorum, Çoğulhan, Kuruhan üzerinde yoluma devam edeceğimi öğrenen
çok yaşlı yalnız ve çok güzel bir ihtiyar kadın kervanımın önüne çıkarak, sana
bir çift sözle, şu mendili vermemi istedi der ve mendili uzatır. Devamla,
"Halen sana verdiği söz üzereymiş, Yiğidimden haber beklerim"
dediğini söyleyince...
Yazıcıoğlu hüngür hüngür ağlar …ve mendili öpmeye devamla,
hiç şairlik sıfatı olmadığı halde bu ilahi olgu karşısında aşağıya alınan
mısralar ağzından dökülmeye başlar. O gün bugün yazılı ve sözlü edebiyatımıza
bu olay hikayesiyle birlikte girer, irticalen söylenen şiir şöyledir.
Bir haber geldi Telli Senem den
Deli gönül şad olmaya başladı
Akmaz iken kör pınarın ayağı
Suyu geldi çağlamaya başladı
Senem'in giydiği sarıdır sarı
Ölmeden yüzünü göreydim bari
Yıkık değirmenin bozuk çarkevi
Suyu geldi düzelmeye başladı.
Aşkın cezvesinde ocakta kaynar
Durmaz deli gönül meydanda oynar
Ermeni dillerin şekerler çiğner
Tatlı tatlı söz olmaya başladı
Hele bakın şu feleğin işine
Ağu kattı benim pişmiş
aşıma
Senem değmis, seksen doksan yaşına
Benimkide yüz olmaya başladı
Şu görünen binboğanın dağları
Aşılmıyor gıcı, boranı belleri
Yazıcıoğlu Şereflinin beyleri
Koca Tanır yaz olmaya başladı
MELEKLER HAREKETİ
SIDDIK DEMİR
İkinci dünya savaşından sonra Portekiz de yıkılan bir mescidin
avlusunda 8-10 yaşları arasında üç çocuk oynarken birden daha önce hiç
görmedikleri orta yaşlı bir kadın zuhur eder.
Çocuklara "Benim adım Fatma, siz beni tanımazsınız, çok
önceleri yaşamış ve dünyanızdan ebedi aleme gitmiş bir insanım. Beni Hz. Meryem
gönderdi. Dinsizliğe ve komünizme karşı Müslümanlarla, Hıristiyanların
birleşerek mücadele etmeleri lazım. Benden duyduklarınızı büyüklerinize söyleyin"
dedikten sonra aniden kaybolur.
Çocuklar şahit oldukları olayı büyüklerine anlatsalar da fazla
itibar görmezler. İnançta mensubiyet şuuru gereği aileler önce karşı çıkar,
sonra din adamlarına dua için götürürler. Aynı din kültürü içinde yetişmiş olan
din adamları da ailelerde pek farklı düşünmez. Çocukların içine girmiş şeytanı çıkartmakla
meşgul olurlar.
İleri senelerde çocuklar büyür. Şahit oldukları olayı kitaplaştırırlar.
Hz. Fatma'yı gördüğünü söyleyen LUCİA Hanım ve etrafındakilerin geliştirmiş
oldukları tarikatın veya görüşün bugün ki Avrupa'da - Melekler Hareketi -
olarak bilindiği bir gerçektir -Ortak amaçları Dinsizliğe karşı, semavi dinlerin
ortak mücadelerini sağlamaktır. Bu amaca hizmet etmeyecek hiçbir Müslüman
gösterebilinir mi?
Evrenselliği millileştirenler için yukarıdaki hareket ya görülmez
veya İsevilik şeriatına mensup bir olmuş olay olduğu için küçümsenir.
Her semavi din mensupları kendi din kültürleri gereği
karşıdaki din mensuplarına GAVUR demeyi adet haline getirmişlerdir. Bu dinler
içinde çıkmış değişik görüşler yaşama biçimleri veya inanışlar veya tarikat ve
mezheplerin varlığı bilinmektedir. Her şeriata dayandığı bilinen bazı
saptırılmış fırkalarında varlığı bir gerçektir. Ama hangi şeriata mensup olunursa
olunsun, aynı hedefe, aynı amaçla hareket eden inanan, muameletini yapan çok
büyük kitlelerin olduğu da bir gerçektir.
Dinde şovenizmi aşan, evrenselliğe uygun davranışta bulunan,
her din mensubu alimlerin sayısı ne yazık ki çok azdır. Melekler hareketini ve
amacını bilenler, olayı kabullendikleri halde, Müslüman bir din adamının PAPA
ile görüşmesini insafsızca eleştirmekte ve
bu ilişkisini İslam'a ihanet olarak göstermekteler. Bir ALLAH'a inanan
insanların vasıtaları ister Muhammedi, ister İsevî, isterse Musevi olsun, tebliğ kitabınız ister Kuran, ister İncil ve
Tevrat olsun, sizi ona götürebilmeyi başarıyorsa, aynı amaçla aynı Allah'a
ulaştırıyorsa bu husumet niye... Demekki amaç birliği evrensel bir
ilkedir. Modern bir arabayla da, düşük
modelli bir arabayla da aynı hedefe birazcık gecikmeli veya erken olarak
varılabilir. Farkı bu kadar.
Kelam ilminde önemli bir merhale taşı olan Fethullah Gülen
Hoca . Efendinin dinler arası hoşgörü ve iş birliği anlayışında samimi olduğuna
inanmak lazım.. Tasavvufta da, hoca efendiyle aynı paralellikte düşünen ve bu
konuda birçok eser ortaya koyan-Kadiri-Rufai Şeyhi Galip Hasan Kuşçuoğlu da bulunmaktadır.
Şeyh Efendi Maide 51. ayetin bilinen tefsirine itiraz eder. Allah'a
inanan insanlarla, aynı peygambere uymasak da kardeşiz, bu kardeşlerimizin kanı
katli bize haramdır demektedir. Daha açık bir ifadeyle; Kelime-i Tevhitte birleşenlerin
şeriatları Musevi, İsevî ve Muhammedi olmaları çok büük farklılık oluşturmaz.
Hele hele düşman olmalarım hiç gerektirmez. Ah bunlar bir bilseler kardeş
olduklarını, dinler arası savaşlar hiç olmazdı demektedir.
Gerek Şeyh Efendi, gerekse Hoca Efendi, melekler hareketinin
evrenselliğine nasıl sayfgı göstermezler.
İnananların mücadelesi dinsizliğe karşıdır. İmanın zirvesi ona
inanmaktır. Gerisi teferruattır. Teferruatta bir nevi çeşitliliktir. Çeşitliliği
de Allah (cc) sever.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder