7 Aralık 2015 Pazartesi

SIDDIK DEMİR & MAKALELER: Kırılan Güller, Elif Nine, Develeri Oynatmak, Halk Mahkemesi, Devlet Her Şeyi Bilir, Tomurcuğun Kaderi, Melekler Hareketi

KIRILAN GÜLLER
                                                                          Sıddık DEMİR
             Hani şu Rızgarlı Osman Ağa hikâyesi var ya; Osman Ağa’nın üç oğlu vardır. Her bir savaş için padişahın selamıyla bir oğlunu asker verir. Ne yazık ki akabinde çocuklarının şahadet haberini alır. Yine öyle bir savaş için üçüncü oğlunu askere almaya gelenlere; “Söyleyin padişaha benim sülmüme güvenerek ona buna savaş açmasın, çünkü gayri verecek evlat kalmadı.”der.
            Fahrettin Paşa’nın Yemen müdafaasını bilmeyen yoktur. İmparatorluğun kolu_kanadı budanırken, direnenlerden biride bu paşadır. Devletin 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle yenik sayıldığı, dolayısıyla ordularının terhis edildiği talihsiz bir dönemde dahi 1916 dan 1919 yılına kadar, merkezi otoritenin emrine karşı bile direnerek Medine’yi savunduğu bilinmektedir. Denilir ki silah bırakıp teslim olun emrini getiren subayı gözaltına aldırarak haberin yayılmasını engellemiştir. Emrindeki subayların olayı öğrenerek kendisine başkaldırması üzerine, silahını ve sancağını Ravza-ı mutahhara da ancak Resul’üne teslim etmiştir. Böylece tam 400 yıldır kutsal bölgelerin hâkimi olan Türk, Lavrens’lerin ve işbirlikçi Şerif Hüseyin’lerin karşı çalışmalarıyla hâkimiyetine son verir.
           4.Ordu kumandanı Cemal Paşa Yardımcısı Fahrettin Paşa’yı Hicaz Bölgesinin savunması için Yemen’deki kuvvetlerin başına gönderdiğinde, Fahrettin Paşa ‘da emir subayını Yemen birliklerinin güçlendirilmesi için “Rızgarlı Osman Ağa” misalinde olduğu gibi Anadolu’ya asker toplamaya gönderir.
            Gök kubbe hep delinmiş. Her delik etrafında Anadolu insanı, muhafızlık etmektedir. Tamir ve tadilatın yanında her türlü fitne karşısında savaşır. Dalga dalga, gençliğini yaşamadan cepheye sürülen bu kınalı kuzular, bilmem nerede kalır bilinmeksizin “Meçhul asker” tiplemesinde olduğu gibi geride sönük ocaklar ve çorak topraklar bırakarak giderler. Ve çoğu geri dönmez.
            Asker toplamak için Maraş-Elbistan’a gelen subay, yine her aileye, her köye müracaat ederek toparlayabildiği kadar askerle bin bir perişanlık içerisinde yola koyulur. İstikamet; Maraş’ta ki birlikle birleşerek Suriye toprakları üzerinde Hayfa’ya, oradan da deniz yoluyla Yemen’e intikal etmek...    
            Elbistan’ın Cela kasabasında kasaba imamı Mehmet Efendi’nin de iki oğlundan biri olan “Himmet” Yemen’e hareket eden birliğe gönüllü olarak katılmıştır. Baba Mehmet;  “Vatan müdafaası için seni gönderiyorum. Askerliğini ailemize ve dinimize uygun bir şekilde yapmazsan, bir baba olarak ellerim iki yakanda ve hakkımı helal etmem bilmiş ol oğul” der.
              Fakı Mehmet Efendi imamlığının yanında üç-dört bin kova arıyla da her yıl boyu uğraşır. Balın tamamını köylüye mumunun iadesi şartıyla bedava dağıtır. Böylece oluşturduğu mumu Maraş’ta satarak geçimini temin eder. Kendi çocukları başta olmak üzere köyün gençlerini okutur, bazılarına ise ileri derecede olmasa da Arapça öğretir. Oğlu Himmet bunlardan biridir.
            Yemen’e gidecek olan asker Maraş’ta toplanarak, dağ tepe demeden Şam’a doğru yaya olarak yürümeye başlar. Himmet, askerin mola sırasında mütemadiyen azaldığının farkındadır. Babasının “Hakkımı helal etmem” sözü kulaklarında çınlamaktadır. Şam’dan Hayfa limanına yaklaşana kadar askerin tamamına yakını, üçlü beşli firar etmiştir. Bu durum başlangıçta gönüllü olan birliğin, Hayfa limanına yaklaşana kadar tamamına yakınının kaçması, başlarındaki komutanın işi ciddiye alıp-almamasıyla da doğru orantılı bir durumdur. Komutan istese bir tane bile fire vermeden, belki biraz gecikmelide olsa askeri, ihtiyaç hissedilen cepheye taşıyabilirdi. Demek ki göz yummuştur.
            Tam Hayfa liman’ına varılır ve kumandan arkasına şöyle bir bakınca yalnızca Himmet’ten oluşan birliği görür.  
            —Gel bakalım evladım. Aylarca beraber yürüyoruz. Buradan astı-üstü kalmadı. Ama bir şey öğrenmek istiyorum. Bütün arkadaşların ayrıldığı halde sen neden o kadar fırsatları teptin. Söyler misin?
           Himmet; “Kumandanım, babam kaçarsan ve hatta vatan müdafaasında adam gibi olağan üstü gayret göstermezsen hakkımı helal etmem dedi de ondandır, sizi bir adım geriden takip ediyorum” cevabını kumandan alınca, ağlayarak; “Hadi sende git evladım. Gitmezsen seni ben şuracıkta vururum. Fahrettin Paşa’nın karşısına koskoca Maraş-Elbistan cenahında bir kişiyle huzura çıkamam. Bari asker toplayamadım mahcubiyetiyle huzuruna varırsam, bu durumdan daha şerefli olur.
            Aynı yolu takip ederek gerisin geri memleketine dönmeye çalışan Himmet, gündüzleri eşkıyalardan ve sıcaktan korunmak için bulduğu müsait yerlerden istirahat edip geceleri yol alır. Kendinden önce dönen tanıdık arkadaşlarından bazılarının karnı yarılmış cesetleriyle karşılaşır kuru çöllerde çoğu zaman. Tedbiri elden bırakmaz ama yinede günde birkaç defa teslim alınarak üzerinde ne var ne yok hepsi alınmış olup çamaşırlarına kadar soyulmaktan kendini kurtaramaz.. Açlık susuzluk da cabası…      
            Silahların sevkinde muhafaza için kullanılan “telis” denilen çuvaldan bir tane bulur ortasını keserek başına geçirir. Al sana elbise… Ayaklar kızgın çöllerin şartlarına dayanamadığı için serinlikte yol alır. Kaybedecek bir şeyi olmamasına rağmen, Arap eşkıyalar tarafından tekrar tutulur. Kendi aralarında geçen konuşmalardan “Şu dereye götürün, karnını açın bakalım altın bulabilecek misiniz.”Gibi konuşmaları çat-pat Arapçası olduğu için anlar. İki kişi koluna girer. Dereye doğru çekerken, Himmet yüksek sesle “Ebu Arap, binti Türk” yani babam Arap annem Türk deyince, bu laf eşkıyanın hoşuna gider ve “O halde serbestsin” derler.
            Babasından öğrendiği çat-pat Arapça ile karnı deşilmekten kurtulan Himmet, dizlerinden yürüyecek dermanı olmadığı halde kendini zorlayarak üç-beş aileden oluşan çadırlara rastlar. Biraz daha yaklaşınca “Bedevi”lerin hanımlarının ekmek yaptığını görür. Kaç gündür aç olduğunun farkında bile değil. Sonuçta nasıl bir muameleyle karşılaşırsa karşılaşsın… Olanca enerjisini kullanarak henüz “saç” üzerinde pişmekte olan ekmeği kapar. Kaçmak dahi aklına gelmeden ağzına tepiştirmeye çalışır. O anda bütün kadınlar ellerine geçirdikleri sopa ve benzeri aletlerle üzerine çullanır.  Ekmeği bu kadar zahmetli olarak boğazından aşırır aşırmasına ama yediği sopanın hesabı bilinmez.
            Himmet bir kamyon sopa ve küfür yemesine rağmen, en az iki günlük enerji toplama karşılığı hiç acı hissetmeden oradan uzaklaşır. Gece gündüz yola devam eden Himmet, treni durmakta olan bir demiryolu istasyonuna usulca sokulur. Derken vagonlardan birine yine aynı metotla seğirtir. Meraklı gözlerle de vagondan insan arar. Yük treni olduğuna karar verir. Biraz rahatlar vaziyette köşede bucakta ekmek, su gibi can simidi nevale ararken, öndeki vagonda insan sesi duyar ve kapısını açarak göz gezdirir. Aman Allah’ım! Başında oturan üniformalı-sivil bir grup insan ve önlerinde güzel-güzel yiyecekler. Himmet sorgusuz sualsiz etrafta dikilen silahlı zabitlere bile aldırmadan, masadaki yemeklere iki eliyle saldırarak eline ne geçirirse aşırmaya başlar.  Neye uğradıklarının geç farkına varan zabitler, Himmet’i bir taraftan döverek, diğer taraftan ise ellerini ayaklarını sarmak suretiyle etkisiz hale getirme çabası sürerken; sivil giyimli birinin “Bırakın adamı karnını doyursun. Belki çok perişan vaziyette biridir. Halinden demi anlamıyorsunuz be adam. Unutmayın ki şu an sopa karşılığında yediklerini biz onlar sayesinden tüketiyoruz. Bırakın adamı” deyince; Himmet halen yemeğe devam eder.
             Yavaş yavaş kendine gelince aynı adam sorar, Himmet başından geçenleri anlatır. Adam ağlamaklı, Himmet ağlamaktadır. Tren belirlenen istikamette yol almakta. Anlaşılır ki o adam devleti temsilen içlerinde en yetkili kişi. Kendini döven zabitlere verilen emir üzere, hemen başka bir vagona alınır. Üstü başı temiz elbiselerle giydirilmeden önce, banyo ve traş işlemleri yapılır. Tekrar emir sahibinin huzuruna çıkarılır.
            ­—Evladım biz İstanbul’dan Musul’a gidiyoruz. Gittiğim yerde de senin gibi vatan evlatlarından oluşmuş bir ordumuz var. Ben onların hem kumandanı hem de babası olacağım. Seni de yanımda götürmek isterim. Velâkin çok zahmetli bir gönüllü askerlik maceran olmuş. Sen çoktan ailene kavuşmayı hak etmişsin zaten. Hemen önümüzde ki istasyon da trenden ayrıl. Kendini kuzeye vurursan memleketine kavuşursun. Haydi yolun açık olsun, bize de dua edin yeter.” diyerek Himmet’in trenden ayrılmasını sağlar.
          Himmet aylarca süren yolculukta, onlarca serüven yaşadıktan sonra kasabasına yaklaşır. Cela kasabası Elbistan’a bağlıdır. İnsanlar her küçük yerde olduğu gibi bu kasabada birbirlerini çok iyi tanır.
            Himmet köyüne uzaktan görebilecek kadar gelmiştir gelmesine ama dosta düşmana, dahası “Kaçarsan hakkımı helal etmem” dediği babası Fakı Mehmet’e olayı nasıl açıklar. Bunca zahmetlerle olanca sıkıntıdan sonra Allah’ın kendine tekrar bahşettiği canını kurtarmada ki zorluktan da beter bir durumdur bu. Ya inanmazlarsa. Ya inandıramazsam, gayri babamın ve köylünün yüzüne nasıl bakarım diye kara kara düşünürken bir kayanın aralığında. Ki mağ remi burada gündüz dinlenip gece eve varmaktır.  
            Tepesinde peyda olan komşuları Abdurrahman  “Himmet vallahi seni görmedim.”sesi ile kendine gelir. Hızla uzaklaşan Abdurrahman’ın ardından “İnşallah beni görmemişindir, inşallah beni yanıltırsın Abdurrahman” demesi bir olur.
            Ortalık kararınca, Himmet zuladan köye seğirtir. Arka kapıdan eve dalar. Anasıyla burun buruna gelince, eliyle anasını ağzını kapatarak sarılır. Gizlice, diğer hane halkı, özelliklede babası duymadan koklaşır, şorlaşırlar. Himmet kendinden geçerek uyur. Anası onunda tembihi üzere, oğlunu bir yorgana sararak yüklüğe zar zor yerleştirir.
            Gerek Himmet gerekse anası o gece öyle bir uyurlar ki… Horozlar öteli saatler geçmiş, güneş bir minare boyu yükselmiş Himmet yorgana bile sarıldığının farkında olmadan, destursuz eve girerek yüksek sesle “Gözünüz aydın Ayşe teyze, Himmet askerden gelmiş. Dün Abdurrahman karşı kayalıkların orada saklanırken görmüşte ben de gözün aydın demeye geldim.” Sözleri üzerine ev halkı ve Himmet’te uyanır. Himmet’in ikna kabiliyeti ve doğrularına yürekten inanan babası Fakı Mehmet oğluna “Hakkımı helal ettim oğlum, sana inanıyorum. Çok ağır laf etmişim. Esasında sen beni bağışla, seninle gurur duyuyorum. Velâkin benim öyle söylemem lazımdı. Senin de canın pahasına da olsa böyle davranman gerekirdi. Ortada samimiyet olunca Allah canını bize bağışlamıştır.  Kul samimi olursa Allah sırtını padişahlara bile üfelettirirmiş. Padişah dedim de anlatayım;
            Bir zamanlar, haftanın belirli gününde başta veziri olmak üzere yüksek memurlarının bir gün boyunca göz önünde kaybolduğunu gören Padişah; tebdili kıyafet üzere takibe çıkar. Toplu olarak hamamın birini kapattırarak cümbüş yaptıklarını tespit eder. Onlar hamama girince kendiside varır kapıyı çalar. Israrla, “şöyle bir köşede girer çıkarım” talebini görevli senin gibi ihtiyar ve fakir birini daha aldım. Şu köşede sessizce işinizi görün. Gürültü yaparsanız hemen atarım dışarı uyarısı üzerine içeri girer.
            Bir köşeye geçer ki, önceden alınan ihtiyar adam da var. Selam kelamdan sonra ihtiyar “Evladım sırtını dön de keseleyim” der. Padişaha sıra gelince, padişah bir taraftan ihtiyara kese atarken, diğer taraftan da “De bakalım babalık şu yan tarafta şatafatla eğlenen insanlar kim? Niçin koca bir hamamı kendilerine tahsis etmişler. Üstelik her türlü rezillikte cabası. Padişah bu olanı biteni hiç mi görmez, hiç mi duymaz” deyince ihtiyar; “Boş ver oğul demeyeceğim ama yapacak bir şey yoksa boş konuşma oğul derim. Sen samimiyetten ve doğruluktan ayrılma, öyle olunca da Allah sırtını padişahlara keselettirir.”Deyince padişah ürperir.
            Fakı Mehmet, bu fıkrayla anlatmak istediğini bir güzel anlatmanın vermiş olduğu zevkle “İşte öyle bir şey komşular” der.
           Not: Bu hikâyede adı geçen “Himmet” ünlü şairimiz Abdurrahim KARAKOÇ’un babasıdır.
            ***                                   
ELİF NİNE
                                                                              Sıddık DEMİR
            Erzurum’un Dumlu Kasabasında ki askeri birliğe genç bir yedek subay atanır. Zaman 12 Eylül ihtilalinden kısa bir süre sonra. Yalnız yedek subayımızın sakıncalı bir sicili olduğu için, kendisi henüz birliğe intikal etmeden önce “namı” çoktan varmış bile…
           Milli mücadelede korkunç bir organizasyonla, dönemin en üstün teknolojileriyle donatılmış işgal kuvvetlerini, kabaran bir vatanseverlik anlayışıyla söküp atan “Edeler” diyarında genç bir Avukat iken sistem tarafından sicili bozulan, vatani görevini yedek subay olarak yapmaya çalışan bir adamdır o…
           İşgal kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin başlangıcı olan “Sütçü imam” olayında, Müslüman Türk kadınının tesettürüne el atan Fransız askerlerinin öldürülmesiyle başlayan kahramanlık olayını takdir etmeyen bir tane Müslüman Türk bulunamaz. Günümüzde de aynı hassasiyette olan “Sütçü imamların” adeta Fransız askeri yerine konularak “irtica” yaftasıyla horlanılması ve Müslüman Türk insanının içine düştüğü durum, sanki birileri eliyle intikam alınıyor havası oluşturuluyor sanki… Aynı objeye dün Fransız askerleri bugün ise…
           Yedek subayı genç Avukatın dramı da aynen öyle… Vatan müdafaasında tıpkı suçlu duruma düşürülerek, çok sevdiği askerlik hayatında adeta “vebalı” imiş gibi muamele görmesi… Üstelik çekilen onca işkenceden sonra… Ayağına ip takılarak emniyetin beşinci katında saatlerce aşağı sallandırmaktan mı? Dersiniz, eksi bilmem kaç derece soğukta açık alanda akan suda ıslatarak dondurulmaktan tutunda, kapalı odalarda ki işkencelere kadar… İsnat edilenleri kabul etmemesi, en büyük suçudur.
           Aradan yıllar geçer. Uzun bir dönem bağlantısı olduğu siyasi oluşumdan milletvekili olur. Parlamento da koalisyon hükümeti kurulur. Kendileri de hükümet ortağıdır. Hükümet başkanı sıfatıyla, ortakların vekilleriyle tanışma merasiminde sıra, bunca arzulamaya rağmen işkenceleri unutamayan çiçeği burnunda genç vekile gelir. Çektiği zulümlerin müsebbibi olan zevatı karşısında görünce doğal olarak uzatılan eli sıkmamakta tereddüt etmez. Ortaklık kısa bir süreliğine soğuk duş yaşar. Bu davranış, kendi genel başkanının bile gözünden düşmeye yeter bir olaydır.
            Efendim; “Sığaya çekecektin, devletin âli menfaati için seni yaralayan ve halen vücudunda izleri var olan işkence olayını unutacaktın” v.s gibi kendi yandaşlarındaki hafıza kaybı cinsindeki öğütleri de dinlemez değil hani…
            Evet, biz dönelim yine bu eski vekilimizin bir çeyrek asır geride kalan yedek subaylık zamanına… Dumlu kasabasında ki birlikte asteğmen olarak askerliğini tamamlamaya devam ededursun, gelelim kendi sıkıntısını unutturan olaya;
            Kalmış olduğu evden her sabah beş dakikalık mesafede olan birliğine giderken kasabanın dışı olan sokağın başında kışlı-yazlı, sabahlı- akşamlı, soğuğa- sıcağa aldırmadan sürekli oturarak gözü ufukta bir şey ararmış gibi mütemadiyen bir noktaya bakan yaşı 80-85 civarında olan bir nine dikkatini çeker.
            Aynı sokakta bakkallık yapan Faruk adındaki esnafa bu kadının durumunu soran genç asteğmen; Faruk beyin “Tam adamına sordun, komutanım” şöyle bir otur da anlatayım demesi üzerine asteğmen bir iskemleye sekilenir. Faruk Bey; “Komutan’ım; O gördüğün kadın benim ninemdir. Kendisi nerdeyse doksan yaşına gelmiştir. Ben kendimi bildim bileli ninem hep orada olur. Sanki Dumlu’yu sizin tümen değil de benim ninem tek başına bekliyor zannedersin. Dedemle evlendikten üç ay sonra, dedem seferberlik emriyle Kafkas cephesine savaşa gider. Ninem babama hamile… Belli bir süre sonra “Kocan şehit oldu” haberi üzerine ninem yıkılır. Dedemin akrabaları olayı kabullenerek ninemi başka biriyle evlenmeye zorlasalar da ninem “Her gün rüyamda Mehmet’imi görüyorum.” “Ben ölmedim Elifim beni bekle derken nasıl evlenirim” diyerek baskılara boyun eğmez.
            Aradan tam altı yıl geçer. Babam okula gidecek yaşa gelir. Her türlü maddi manevi sıkıntı çeken Elif ninem bir gün, kocası Mehmed’inde içinde bulunduğu bir takım asker bir şekilde serbest bırakılarak esir kaldıkları Rusya’dan Türkiye’ye doğru hareket ettikleri haberini alınca ortalık bayram havasına dönüşür. Başlangıçta birkaç aydan, ilerleyen günlerde birkaç haftadan, nihayet Kafkaslardan Türkiye girdikleri haberi gelir. Köylü heyecanlı ama Elif ninem daha bir farklı… Gözüne uyku günlerdir girmiyor. Babam çocuk ama, babasızlığın sıkıntısı iliklerine kadar sinmiş, o da anası kadar değilse de heyecanı dorukta”…
            Asteğmen sakıncalı personel olduğu için, kendinden çok ama çok fazla vatansever olan komutanından, Osmanlıcaya hâkimiyetinden ötürü, sözlü bir emir alır. Komutanı ona “Osmanlıca bildiğine göre şu bizim tümenin tarihçesini bir çıkar asteğmenim.”der. Asteğmen de zaman nasıl olsa sıkıcı geçiyor, bu görev benim için iyi uğraş olur düşüncesiyle görevi kabullenir. Bu vesileyle tümenin Osmanlıca kayıtları bulunan arşivde çalışmaya devam eder.
            Zaman zaman dışarıdan da yardımlar alır. Bu anlamda kendini iyi yetiştirmiş, Erzurum’da müze müdürlüğü de yapmış entelektüel boyutta saygınlığı olan bir güzel insanla tanışır. Yardım talebine karşılık olayla ilgili yerinde bilgilere ulaşmak için tümene gelme şartı koyan bilge kişinin bu normal talebi, asteğmen tarafından olumlu bulunur. Dostlukları ilerler. Bilge kişi bizzat yaşadığı bir katliamın tek şahidi olarak, Dumlu kasabasının bir köyünde geçen Ermeni- Taşnak katliamını şöyle anlatır.
            “Kafkas Savaşında köyümüzde eli silah tutan bütün erkekler cepheye gitti. Çoluk çocuk ihtiyar ve kadınlardan mürekkep köy halkı bir sabah silahlı Ermeni komitelerince kuşatıldı. Bende on iki yaşındaydım. Küçük olduğum için cepheye gidememiştim. Ermeniler köy meydanına topladıkları çaresiz halkın, camiye girmelerini emrettiler. Bir müddet sonra dışardan kilitledikleri kapının altından yanan bir çaput kokusu içeriyi kapladı. Halk “Bizi yakacaklar” diyerek kapıyı zorladı ve dışarı çıkmaya başladı. Esas vahşilik öyle başladı. Meğer bizi dışarı zorlama olayı bir tuzakmış. Kapıdan çıkanları hemen karşıya koydukları makineli tüfeklerle ekin biçer gibi biçmeye başladılar. Bende kendimi dışarı attım ama gerisini bilmiyorum. Can havliyle kendini dışarı atan onlarca insanı önce taramışlar. Bilahare de üzerlerine gaz dökerek yakmışlar.
Bir gün sonra katliamdan haberdar olan bir Türk Birliği bölgeye gelerek onca telef olmuş insanların arasında yarı canlı bir tek beni bulmuşlar. Diğerlerini defnederken beni Erzurum’a ulaştırmışlar. Bak şimdi o olayın canlı şahidi olarak karşındayım” deyince Asteğmen; kendiside yerli insanlardan hem de Ermeni- Rum olmayanlardan, ancak onlardan daha alçakça reva gördüğü işkence olayında kendi vücudunda izler kaldığını bildiği için “Yangında bir iz kaldı mı?”Sualini sorar. Yaşı bayağı ilerlemiş olan bilge kişi hemen ayağındaki çorapları çıkarınca asteğmen,  iki ayağında on parmağın hiç birisinin olmadığını görür. Böyle bir kahraman, böyle bir gazi ve yaşadığı olayı sözlü ve yazılı bir şekilde anlatarak Ermeni mezalimini bütün Türkiye’ye anlatmayı sürdüren bu güzel insan,  Dumlu’da ki birliğe bir başka açıdan Türk milletine hizmet etmek için asteğmenle beraber geldiğinde:
            Birlikte nahoş karşılanır. Üst komutan; asteğmenini bir kenara çekerek “Böyle şeytan sakallı, gerici, hacı- hoca tipindeki insanların birliğimizde ne işi var. Çabuk gönder gitsin” diyerek asteğmenine güzel bir fırça atar. Bu tavır insana kendisini yakan Ermenilerin zulmünden daha ağır gelmez mi?
            Tekrar Elif nineye gelelim: Torunu Faruk Bey devam eder. “Şu anki oturduğu taşın bulunduğu yerde bütün köylüyle beraber ninem ve altı yaşındaki babam, dedemin köye yaklaştığı haberini alırlar. Derken önünde ki tepeden kalabalık bir insan grubu görünür. Yaklaştıkça vaziyetlerinin çok perişan oldukları gözlenir. Üst-baş yırtık- pırtık, ayakkabılar delik veya paramparça parmaklar görünüyor, çorap mı? Nereden olacak. Saç sakal birbirine karışmış ama nispeten bir disiplinin olduğu gruptan dede Mehmet bir taş atımlık mesafeye yaklaşınca yüksek sesle “Elif’immm ölmeden seni ve köyümü gördüm. Yanında ki çocuğun benim oğlum olduğu da belli. Ona ve kendine iyi bak. Seni ve oğlumu Allah’a emanet ediyorum Elif’immm.
Biz şimdi Çanakkale’ye gidiyoruz. Savaştan sonra dönerim. Bekle beni Elif’immm, bekle beni emiii”…Diye uzaktan seslenir.
            Elif ninenin yüreği atar da atar. Eğer buna dayanacak yürek varsa. Evdeşini uzaktan selamlayarak bir cepheden bir başka cepheye giden Mehmetlerin Ahmetlerin hesabını kim yapar…
            Üç günlük, üç haftalık, üç aylık, daha yeni açmış gonca güller misali Elif nineler Fatma analar, Nene ve Rahime hatunlar bağırlarına vura vura kanlı şerbet içerler ve üç kuruşluk dünyada ömürlerini böyle şereflice tamamlarlar.
            Faruk Bey; “Bu acı tablodan iki-üç ay sonra Elif nine için kıyamet kopar. Mehmet’i şehit olmuştur. Haberi gelir. İşte o gün bu gün tam altmış yıl geçti. Elif ninem hep oradadır komutan’ım. Mütemadiyen, günün tamamına yakın o taş üzerinde, hep o ufka bakar ve hep bekler. Bu serüven ne kadar ömrü kaldı bilinmez ama son nefesini verinceye kadar devam edeceğe benzer. Mehmet’ini bir umutla”…Diyerek hikâyeyi noktalar.
              Beklemek güzel şey umut yarısı ya bekleyememek içler acısı.
           “İşte böyle asteğmen’im”. Asteğmen’in ve Faruk Bey’in gözleri kaynayan bir pınar gibi hikâye bittiği halde bitmeden akmaya devam eder.

DEVELERİ OYNATMAK
                                                                Sıddık DEMİR
         Yıl 1914. Doğu vilayetlerimize Rusların girmesi üzerine ayrılıkçı Ermeni kökenli Osmanlı vatandaşları, bu fırsattan faydalanmak için örgütlenerek önce otonom bilahare de devlet kurmayı hedeflerler.
        Tıpkı günümüzdeki ayrılıkçı hareket gibi metot takip ederek,  bir yığın masum insanın çoluk çocuk demeden katline kadar varan eylemlere girişirler. İşin vahametini anlayan merkezi hükümet,  Talat Paşa’nın bizzat emri üzerine bölgeye üç müfettiş gönderilir. Umulur ki; İleri gelenlerle görüşülerek bu işin yanlış olduğu, dolayısıyla ferasetli davranılırsa asırlardır beraber yaşamış iki milletin arasına Rusların oyunlarına gelerek kan davası girmemesi ve olabilecek bir kanlı olayın daha da büyümemesi için ikna edilsinler.
         Müfettişler aldıkları emir üzerine bölgeye intikal ederek her gün heyetler halinde kanaat önderleriyle sabahlara kadar işin vahametini tartışırlar.
        Yine bir akşam geç vakitlere kadar çok sert tartışmanın olduğu ortamda ayrılıkçıların radikal milliyetçi söylemleri müfettişleri bunaltır. Olayları yatıştırmak ve varsa masum isteklerine çözüm bulmayı merkezi hükümete iletmeyi amaçlayan heyette birinin dikkatini uzun zamandır konuşmalara şahit olan ama tek bir söz dahi alarak fikir beyan etmeyen olgun yaşta bir adam gözüne çarpar.
         Merakla;
       “Amca sen hiç konuşmadın, oysa  burada bulunduğuna göre mutlaka  kanaat önderi, sevilen ,sayılan ve itibar gören birisin. Lütfen kendini tanıt ve tartışmaya katıl” uyarısı üzerine;
       “Müfettiş Bey oğlum; evet dediğin gibi uzun zamandır sizleri dinliyorum. Benim adım İbrahim. Türk oğlu Türküm. Şu mecliste sizi bilmiyorum ama Türk olan yalnız ben varım herhalde. Şahsen bu konuşulanlar benim kanıma dokundu. Ama yıllar var ki beraber yaşadığımız bu insanlara ne oldu da birdenbire değiştiler anlamıyorum. Bana biraz müsaade ederseniz bir fıkra anlatmak istiyorum” deyince herkes arkasına yaslanarak İbrahim Efendiye dinlemeye başlar.
        İbrahim Efendi;
      “Burası Erzurum’dur. Yakın döneme kadar Erzurum esnafı ticaretini Trabzon’la yapardı. Bunun için en iyi vasıta Deve ve Eşek ten oluşan yük hayvanlarıydı. Erzurum-Trabzon arası çok uzak olduğu için esnaf ürettikleri malı sonbaharda hayvanlara yükleyerek dağa taşa kar düşmeden  Trabzon’a intikal ederdi. Ellerindeki ürünleri paraya çevirmek için bir kış dönemine ihtiyaç duyulur, tekrar Erzurum’a ilkbaharda dönerlerdi. Bu arada yolda kendileri veya hayvanları kaza veya bir şekilde hizmet dışı kalırsa, yol üzerinde ki hanlarda ilkbahara kadar mecburi dinlenir veya yol yakınsa geri dönerler. Hayvanlarını ise seyiplerler, yani bulundukları yere gelişi güzel bırakırlardı.
         Böyle bir ticari yolculukta yüklerini değil kendilerini bile zor taşıyabilecek durumda takati olmayan bir Deve ve bir Eşeği azat ederler. Kendilerine gelirse gelir yoksa büyük ihtimalle kurda kuşa  yem olsun niyetiyle gözden çıkarırlar.
        Kervanın Trabzon’a hareketi ile dönüşü arasında aylar geçtiği için bizim azat edilen Deve ile Eşek bu zaman zarfında iyice semirir ve eskisinden çok daha güçlenir.  İlkbaharda  kervan aynı yol üzeri Erzurum’a dönüş yaparken bir koyakta otlayan Deve ile Eşek tarafından görülür. Hemcinslerinin bu sefer başka yük altında zorlanarak yol aldıklarını hesaba katmayan Eşek;
       “Deve kardeş anırasım geldi” der. Devenin “Yapma eşek kardeş, bak ne güzel özgürce günümüzü gün ediyoruz. Bu hayat bizim için bir nimet. Şimdi sen anırırsan bizi azat eden sahibimiz görür ve iyileştiğimiz için tekrar yük altına alır, yapma etme yalvarıyorum sana gibi bin bir dil dökerek Eşeğin anırmamasını ister. Ama Eşek bu; illa eşeklik yapacak ya ‘anıracağımda anıracağım’ der ve anırır.
        Deve ve Eşek fark edildiği için kervan durur tekrar yük altına alınırlar. Bir müddet böyle yol alınır, derken eşeğin ayağı taş arasına sıkıştığı için kırılır. Bırakın yükü, kendini taşıyacak mecali dahi olmadığı halde sahibinin gözüne güzel göründüğü için azat edilmeye kıyılmaz. Yükünü devenin yüküne kendisi de yüklerin üstüne konur.
       Deve kendi yükü yetmiyormuş gibi birde Eşeği yükleriyle beraber taşımak durumunda kalır. Ta ki alt tarafı uçurum olan Zigana dağlarında bir bölgeye gelene kadar. Deve çok büyük sıkıntı yaşar. İşte tam oraya gelince Deve;
      “Eşek kardeş oynayasım geldi” der.  Eşek bir bakar ki alt taraf uçurum; Bu seferde bin bir dil dökme sırası Eşekte... Deveyi bu eyleminden vazgeçirmek istese de Deve; “oynayacağım da oynayacağım” der. Ve başlar oynamaya… Deve olayı ucuz atlatır ama Eşek uçurumun dibine çok parçalı halde düşer”.
        Müfettiş heyeti ve Ermeni liderleri İbrahim Efendinin son sözünü söylemeden meramını iyice anlamış olurlar. Onun müfettişlere dönerek; “Bu arkadaşlara tavsiyem, Develeri oynatmasınlar” der.
      İbrahim Efendinin anlattığı bu olaydan ders çıkarılmadığı için Ermeniler, Devenin oynaması için mütemadiyen ellerinde ne geliyorsa yaparak  sürekli tahrik unsuru olurlar.
      Nitekim; Merkezi hükümetten o günün Erzurum’undaki askeri birlik üst kumandanına Talat Paşa imzalı gelen bir emirname ile; “Yetti artık, Develer oynasın” talimatı verilir.
        Bu hikayeyi 1994 yılında K.Maraş  mebusu olarak mecliste bulunan  Saffet Topaktaş,  kendiside vekil olan Şeyh Sait in torunu  Abdülmelik Fırat’a anlatır.
      Söze; “İki tarafın aydınları olarak bin yıl beraber olduğumuz bu topraklarda aydın sorumluluğu taşımalıyız ve Deveyi oynatmamalıyız” diye başlayınca   Abdulmelik Fırat kısa bir süre sükut kaldıktan sonra “Bizi eşek ettin” sözü usulce dilinden dökülür. Ve yine usulce oradan uzaklaşır.
       Bir partinin Diyarbakır il başkanının tüyler ürperten, meydan okuma gibi ağır ithamları karşısında “İbrahim Efendi’nin Ermeni ayrılıkçılarına söylediği hikayesini biz Kürt ayrılıkçılarına hatırlatmayı insanlık adına vazife bildik,  o kadar. Gerisi kendilerinin bileceği iştir.

HALK MAHKEMESİ
                                                             Sıddık DEMİR
           Gülbey; yüksek öğrenimini yapmak üzere gittiği serhat şehri Edirne’den kişiliğiyle kısa sürede ön plana çıkmış bir ülkücüdür. 1979’un ateş çemberinden geçerken; düşenleri toprağa, yara alanları tedaviye, tutsak olanlarında ziyaretine devam etme işinden gençliğini yaşamadan kaybeden zümreden bir gençtir.
          Karaoğlan iktidarında, zam ve zulmün fırtına gibi estiği o dönemde, Gülbey ve bir avuççuk arkadaşları inandığı bayrağı hep yüksekte tutma gayretini yaşamaktadır.
         Dönemin siyasi iktidarı karşısında, Yavuz bıyıklılar, Kafkas şapkalılar, eli tespihliler, ağzı kalabalıklar hep tüymüş, kale üç-beş Gülbey gibi şekilciliğin dışında gerçek anlamda ülkücülerin müdafaasında varlığını korumaktadır.
                Ellerin yurdunda çiçek açarken bizim ele kar geliyor gardaşım
               Bu hududu kimler çizmiş gönlüme dar geliyor dar geliyor gardaşım.
         Diyen ozanların yüksek sesle konuştuğu ülkede, evdeki bulgur, pirinç misali bir kısım ülkücüler tutsak edilmişlerdir. İşin en önemli boyutu da tutsak olan arkadaşlarının durumudur.
         Edirne’de çok büyük bir cezaevi vardır. Gülbeyler günün bir kısmını mevzi tutarak, bir kısmını da tehlikeliler altında cezaevindeki arkadaşlarının ziyaretine giderek, bir kısmını da kendi çocukluklarına ayırarak yaşamak mecburiyetinde olan yetişkinlerdir.
        Cezaevinde cinayet zanlısı olarak yatmakta olan bir arkadaşının mahkemesi için getirilmesi gerekli evrakın, yerine ulaştırılma görevi Gülbey’e verilir. Evrak, arkadaşının memleketi olan Uşak ilinin Sivaslı ilçesinin Ketenli köyünde bulunmaktadır.
        Hiç tereddütsüz yola çıkılır. Uzun köprü üzerinde İzmir, Uşak ve Sivaslı ilçesine varılır. Mahkum arkadaşının adı Yılmaz Başkandır. Yılmaz, giderken Gülbey’e birde mektup verir. Sivaslı’daki öz dayısı Mehmet Yıldırıma uğramasını, onun kanalıyla anasının, babasının bulunduğu Ketenli köyüne gitmesine tembih eder.
        Gülbey tembih üzere, Sivaslı ilçesine iner inmez Mehmet Yıldırımı arar. Bir çay ocağında bekletilerek dayı Yıldırımın gelmesi sağlanır. Gülbey dayı Yıldırımı beklerken çay ocağında beş-on kişinin siyasi konuşmalarına kendince müdahale eder. Konuşmalarının bir iki yerinde Türk adında bir ırk olmadığı, üç-beş uç beyinin Anadolu’ya gelerek onların Türk olma olgusunu gerçekleştirdiklerini, doğrusu kendilerinin Türk’ün dışında Anadolu’nun yerli kavimlerinden olduklarını ve dahası neler neler… Çaldıranda Alevilerin Hanefi dini mensuplarınca katledilğinin üzerinde durulurken, Gülbey dayanamayarak “Hanefi dini adında bir din yoktur” çıkışını yapar…Projektörler Gülbey’in üzerine döner…Peşi sıra sorular sorulur. Sen kimsin? Nesin? Nereden geldin? gibi…
        Gülbey sorulardan birine cevap verir. “Ben Müslüman Türk çocuğuyum” diyince. çıldırırlar… Tepkinin çok büyük ve ittifakla olması, Gülbey’in biraz geri adım atmasına sebep olur. Devamla;
      “Kendimizi böyle ifade etmemiz bizim suçumuz değildir. Devletin milli eğitiminde bir çocuk kendini Türk olarak ifade etmektedir. İlkokul dört-beşler de Ergenekon Destanlarıyla başlayan serüven, Türk-Yunan savaşına kadar devam eder. Ve insan kendini Türk kabul etmektedir.” Gibi alçaktan alınarak söylenen sözler çay ocağı ekibini tatmin etmez.
        Dayı Yıldırım’da gelince Gülbey’e işaret edilerek dışarı gelinmesi söylenir. Yürürler, Gülbey’de yürür. Bir kuytu yerde bulunan binaya girilir. Bir-iki zemin kat derken, genişçe bir salona geçilir. Lambalar yanar. Etrafta masa ve sandalyeler, çerçeveli resimler… Birdenbire Gülbey bu mekanın hangi amaçla kullanıldığını tahmin etmekten gecikmez.  Çok kitap okumuştur, Halk mahkemesiyle ilgili… Duvardaki sloganlar ve Marks-Lenin resimleri Gülbey’in kanaatini pekiştirir.
        Sorguya geçilir. Yılmaz Başkanı nereden tanıdığı dayı Mehmet tarafından sorulur. Ve öz ablasının oğlu için,” o anasını, avradını… oğlu, kim bilir hangi yoldaşın kanına girdi, kim bilir hangi yoldaşın evine bomba koydu, yoksa cezaevinde ne işi var” gibi celalli bir konuşma yapar. Gülbey işin vahametini anladığı için soğukkanlılığını bozmadan “Edirne’den İmam-Hatip’ten okuduğunu, faşistlerle arkadaşlarının kavga ettiklerini, bu nedenle bir kısım arkadaşlarının cezaevine konduğunu, onları ziyarete gittiğinde adının Yılmaz Başkan olduğunu söyleyen biriyle karşılaştığını, Uşak’ta askerlik yapan kardeşini ziyarete gideceğini duyunca, kendiside Allah rızası için ailesinin yanına kadar vararak, benden haber götür demesine dayanarak emaneti yerine iletmenin dini görev olduğunu anlatır”…
        Sorgucular bakarlar ki dini yönü güçlü bir kişiyle karşı karşıyalar. İçlerinden bir tanesi “Sen akıncı mısın gardaş” dediğinde Gülbey; “Nereden anladınız?” diye karşılık verir. “Dini yönün güçlü gibi görünüyor da” sözü üzere Gülbey zaten soğukkanlıdır,  ama daha da rahatlar.
        Sorguncular ‘Bu faşistler size yeşil komünist, bize kızıl komünist derler. İkimizin de düşmanı faşistlerdir. Biz sizinle anlaşırız.  Siz abdestli camiye gidersiniz, biz ise çoğu zaman denetim  için abdestsiz gider, hocayı dinler müdahale edecek bir şey bulamaz isek namaz kılmadan çıkar geliriz. Bu anlamda sizinle bir problemimiz olmaz” gibi inciler yumurtlarlar.
         İki tarafta rahatlamıştır. Öyleyse yoldaştan bir taksi çağırın bu gardaşı daha fazla tutmayalım denir. Taksi gelir, Gülbey’ide alır doğru Keten’li köyüne…Şehri çıkınca Gülbey şoföre boşalır. Kendisinin ülkücü olduğunu, hatta ülkü ocaklarında yetkili olduğunu sert ve küfürlü bir şekilde anlatır. Korkma sırası şoförde…
         Köye varılır, köyden şehre başka araba olmadığından bir gün sonra gelmesi tembih edilerek şoför gönderilir. Durum Yılmaz ailesine anlatılır. Aile pek bildirmez, ama endişelenir. Gülbey’in yatağını çatı arasına yaparak merdiveni çekerler. Gece baskını olursa tedbir olsun diye…Sabah olur, korkulan olmamıştır. Taksi beklenir. Bir iki saat geç gelen şoför aynı şoför ama taksi nerdeyse hurda bir araç. Geldiği araç olmadığı için Gülbey soğukkanlı bir şekilde “Bugün işimizi halledemedik, paranı al ve yarın aynı saatte bekliyorum” diyerek adamı gönderir. Takip ederek tehlikenin ortadan kalktığı anlaşılınca Gülbey ev sahibi amcayla, kara bir eşeğe binerek hemen başka bir, şehre arabası olan köye ulaşır. Köyün imamının evinde kalınır. Banaz ilçesine giden minibüse saatinde binilir. Yol çatında inilerek İzmir-Afyon otobüslerinden biriyle Afyon’a ulaşılır.
        Gülbey şöyle bir etrafı süzdükten sonra kendine güven gelir, gelmesine ama hala streste…Onun stresi, şahsi korku ve kaygılardan değil, Türk’ün vatanında Türk’ü tutsak etmek isteyenlerin cüretinedir. Afyon’da milliyetçi sloganlar her tarafı kaplamış, sokaklarında insanlar pala bıyıklı, çalışanlaın siluetlerinde bir güzellik, lokantalarında yemekle beraber biralarını yudumlayan ülkücüler v.s.
        Köyden Yılmaz’a ulaştırılmak üzere verilen emaneti trene yerleştirirken, hareketlerine müdahale eden gar memuru “neden sinirlisin böyle? Müslüman Türk değil miyiz gardaş?” hitabına Gülbey aynı sertlikte “Değilim, ben Müslüman Türk değilim” dediğinde yine etrafı sarılır. Neden değilsin? Hangi dindensin? Hangi din ve milletten olursan ol, burası Türk devleti “Müslüman Türk’üm diyeceksin” gibi yaklaşımların tansiyonunu düşürmek için Gülbey başından geçeni anlatarak, oradan da öylece kurtulur.
        Gülbey almış olduğu görevi yerine getirir. Mahkeme için gereken evrakı zamanında memura ulaştırır. Yılmaz cezaevinde tahliye edilir. Kısa süre içinde gümrük memuru olur. Yine kısa bir süre içinde çok güzel bir araba alır. Gülbey’in yanından geçerken kendince korna çalmak gibi bir lüksü dışında hiç de pas vermez.

DEVLET HER ŞEYİ BİLİR
SIDDIK DEMİR
            O; bir Eylül akşamı Numune hastanesinde görev yapan dört kafadardan Dr. Arif Bey; Kayseri’de bulunan eşiyle görüşmek için hastane santraline talebini yazdırır. Ümit eder ki her zaman arada bir bağlattığı şehirlerarası telefon gibi hiçbir aksilik olmadan çoluk çocukla görüşebile…
         Bir müddet sonra santral memuru bizzat Arif Doktora gelerek, merkezden bir türlü kayıt alınamıyor haberini verir. Dr. Arif ve arkadaşları “eyvah! İhtilal olacak” ifadesini kendi aralarında ve sesli olarak söyleyerek panik yapmadan safları sıklaştırırlar.
        Dr. Arif söz alarak; “Arkadaşlar; Bu gece büyük bir ihtimalle ordu iradeye el koyabilir. Durumumuzu dikkate alarak bir değerlendirme yapmamız lazım. Esasında gerekli olan tedbirleri almamız için fazla zamanımız da yoktur. Öyle zannediyorum ki; Ben ve Emin ihtilalcilere yakalanırsak ikimizin de dünyasını zindan ederler. Siz! Ziya ve Nebi; ikiniz en kötü ihtimalle üç-dört yılda yırtarsınız. Onun için hiçbir şey yokmuş gibi davranın. Bizim buralarda olduğumuz imajını verin. Hemen önlükleri çıkararak ilk fırsatta Ankara dışına çıkmamız lazım. Şimdi gelin kucaklaşarak birbirimize hakkımızı helal edelim. Aksi bir durum varit olursa, yani ihtilal konusunda yanılmış olursak, birkaç gün sonra döneriz.”Dedikten sonra beyaz önlükler yıldırım hızıyla çıkarılarak gerekli evrakların da alınmasıyla kucaklaşmaları bir olur.
        Kapıdan çıkar çıkmaz kendilerini bir arabaya atarak merkezden dışa doğru yol alırlar.
        Emin Bey’in, Haymana’nın bir köyünde babası muhtarlık yapan bir arkadaşı aklına gelir. Doğruca köye varılır. Kulaklar radyoda heyecanla beklenir.
        Onbir Eylül’ün akşamı hava biraz kararınca dışarıda palet sesleri duyulur. Ziya ve Nebi ikilisi Numunenin idari kısmında yapılan anonsların yanında, namluları çalıştıkları bina ya yönelik birden çok tankın varlığını görerek ihtilale şahit olurlar. Aralarında ‘Bu Arif Bey’den de hiç yanılma payı yokmuş gibi ifadelerle’ kendi durumları hakkında fikri hazırlığa başlarlar.
         Bir gün sonra radyo ve televizyonlardan dışarı çıkma yasağı ilan edilir. Çalışanlar çalıştığı yeri, evdekiler bulundukları yerleri terk etmeme emri üzere olağan üstünlük yaşanır.   
         Dr. Arif Kayseri’li dir. Emin Bey ise Mersin’in Yörüklerindendir. Arif ve Emin Haymana’da birkaç gün kaldıktan sonra yolları ayrılır. Dağ, taş demeden yaya olarak veya otostop yaparak memleketlerine dönmek için olağan üstü gayret gösterirler. Emin Bey, Gazi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği son sınıf öğrencisi olduğu için, fazla işler olmayan bir yol üzerinde elektrik aksamında ki problem nedeniyle yolda kalmak mecburiyetinde olan bir aracın arızasının giderilmesine yardımcı olduktan sonra güneye doğru yol alır. Otomobilin sahibi ile kısa süre dost olurlar. O da ihtilalin mağduru olmamak için nereye gittiğini bilmeden direksiyon sallayan altın kaçakçısı Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı çıkar. Kadere bak der Emin: “Bir Türk Vatandaşı ile bir Tür’ün farklı nedenlerle aynı kişilerden, aynı amaç için aynı yöne kaçıyorlar”…
       Ermeni asıllı Türk Vatandaşı, Emin’in Mersinli olması ve o bölgeyi iyi bilen biri hesabıyla, “Sen benim Mersin üzerinde ülkeyi terk etmeme yardımcı ol, bende yurt dışında güçlü bağlantılarım olduğu için sana yardımcı olmaya  söz veriyorum” teklifi üzere Emin kabul etmekten başka çaresi olmadığından tamam der.
       Planladıkları gibi bir Türk ve bir Ermeni Türkiye sınırları dışına, bir Yunan Şilebi sayesinde kaçarlar. Önce Yunanistan Mora yarım adası, ardından İtalya, nihayetinde Fransa’ya ulaşırlar. Ermeni ile kader arkadaşlığı yapan Emin, başlangıçta vermiş oldukları söz üzere kalırlar. Birbirlerine yanlış yapmazlar. Fransa’da ufak tefek başladıkları işe, bu gün 300-400 işçiyle idare edilen büyük bir fabrika haline dönüştürürler.
      İhtilalden bir gün sonra Numune Hastanesinde başta Dr. Arif ve arkadaşlarını almak üzere varan yetkililer, derisinden sigara söndürerek tatmin olacakları, kafadarlardan iki kişinin yerlerinde yel estiğini görerek, bari elimiz boş dönmeyelim diyerek, Ziya ve Nebi’yi gözaltına alırlar. Uzun bir mağduriyet söz konusu olmadan kısa bir süre sonra onlarda şartlı olarak bırakılır.
        Emin Fransa’da tahsilini tamamlar. Elektrik Mühendisi unvanı ile seksen dokuz yılında genel af üzerine ülkesine gelir. Uçaktan iner inmez sorgu için gözaltına alınır,  ama af gereği tekrar bırakılır.
        Şu anda müteşebbis bir Türk insanı olarak Fransa’da ikamet etmektedir.
        Dr. Arif ise bir yolunu bularak Nahçıvan üzerinde Azerbaycan’a geçer. Genel af çıkana kadar diğer Türk Cumhuriyetlerinde çalışır. Üstelik Emin gibi ihtisasını da yaparak dâhiliye doktoru olur. Genel afta ülkesine döner. Şimdi de Adana’nın en büyük hastanelerinden birinin baştabibi olarak görev yapmaktadır.
        Şartlı olarak bırakılan Ziya ve Nebi Beyler diyor ki; “Gözaltı süremizde öyle sorularla karşılaştık ki; sonraki hayatımızda aşırı tedbiri kendimize prensip haline getirmeye söz verdik. Gördük ki;  Devlet her şeyi biliyor.”

TOMURCUĞUN KADERİ
SIDDIK DEMİR
Ali Bey yolculuğa çıkmadan önce vakit öldürmek bahanesiyle gezinirken;
Orta yaşlarında bir kadınla biraz daha geçkin bir adam arasında üç-dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice dövüldüğüne şahit olur. Öyle ki çocuğun ağzı burnu kan revan içerisinde, üstü başı vura vura yırtılmış, çürümüş, sel sümük birbirine karışmış, adeta futbol topuymuş gibi, adam vuruyor kadının uçağına, kadın vuruyor adamın kucağına düşüyor çocuk. Bu da yetmiyormuş gibi birde söz ile çocuğun psikolojisini allak bulak ediyorlar.
Ali Bey çok geçmeden bu çocuğun, o iki yetişkinin evladı olduğunu anlıyor. Yüreği ağzına geliyor. Aman Allah’ım diyor, bir çocuk, bir masum yavru, iyiyi kötüyü seçemeyecek yaşta bir sübyan, neden bu kadar zulüm! Bırakın vurmayı, vicdansız insanlar! Verin çocuğu bana deyip çocuğu kapıyor ve devam ediyor "Siz Allahtan' damı korkmazsınız, öldürecek misiniz bu yavruyu" deyince aldığı cevap karşısında adeta dünyası başına yıkılıyor.
            "Evet öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı" neden böyle davrandığımızı bir güzel anlatayım da sende bize hak ver diyor adam ve devam ediyor;Bak beyim, sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun.Herhalde Devlet Memurusun. O kadar insan yanımızdan gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi canavarım.
Almışlı yıllarda Almanya'ya gittim. Gurbete giderken evliydim. Çocuklarımı görmeye sık sık gelemiyordum. Eşimin ölümüyle yetmiş senesinde memlekete geldim. İki-üç tane çocuğum öksüz kaldı. O dönem Almanya'ya gitmek büyük bir ayrıcalıktı. Memlekette eş-dost bu Almancı, bunda para bol deyip rahmetlinin üzerinde az bir zaman geçmesine rağmen güzel ve oldukça genç bir kızla beni tekrar baş göz ettiler. Dolayısıyla ikinci eşimle kısa bir beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin yolunu tutmak zorunda kaldım. Uzun müddet memlekete gelemedim. Aradan sekiz-on yıl geçtikten sonra ancak dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç-dört yaşlarında bir çocuk var. Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, bu çocuk senin diyorlar. Ben hesap ediyorum sekiz-on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk üç-dört değil de sekiz-on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve ya öleceksin yada ikrar edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti. Ali Bey'e dönerek, "hemen aklına bir başkasıyla gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri değil mi beyim. Ah keşke öyle olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin karşısında çok şereflidir. Neler vermezdim düşündüğün gibi olsaydı."
            Evet sıkı dur beyim sıkı dur, beni kahreden ölüp ölüp dirilten gerçek şu. Gurbete giderken, yeni anasının yanında bıraktığım, bu gün on sekiz-yirmi yaşlarında olan oğlumla... Bu velet olmuştur. Şimdi bu çocuk nedir, kimdir, nesebi, kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü yıkımı nasıl izah edilir, anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz olacaktır. Bu çocuk yaşamamalıdır, gibi yakınmalar hemen kahramanımızda zekice çağrışımlara sebep olur.
Ali bey herhangi bir Bakanlıkta Müdürlük görevi ifa etmektedir. Aydınlıkevler de bir cami imamı, çok önceleri, bir evlatlık çocuk arandığını söylemişti. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama hiç mi hiç mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebe çağrışım yaptı.
Emin ve vakur bir şekilde, "öldüreceğinize verin bana bu çocuğu vicdansız herifler" diyerek çocuğu kaptığı gibi oradan uzaklaştığı bir olur.
Akşam evine gelir, ilk işi Gökovada ki çocuklarını arayarak iki-üç gün sonra döneceğini bildirir ve ister ki çocuğu rahat ettirsin, önce banyo yaptırmak aklına düşer, bu amaçla çocuğu soyar. Aman Allah’ım yavrucağın vücuduna dünya fiziki haritası çizilmiş, vücudun her tarafı çürümüş, memlekette anasının yapmış olduğu turşu içindeki domates veya salatalık gibi adeta iğne ile delik deşik edilmiş haline, sevgiye tutkun bir insan kalbi ile gözyaşları içerisinde hüngür hüngür ağlıyarak şahit olur.
Gerekli tedbiri aldıktan sonra yavrucağın kamını doyurur ve uyutur. Kendiside şöyle bir balkona çıkar, o efkarlı hal içinde mesasmı kurar ve kendi deyimiyle bir güzel demlenir.
O gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin yardımıyla tezelden bulur. Hikayesini anlatır. Karşılıklı sözler verilir. Bilahare akşama doğru arabasına binerek tekrar Gökovaya doğru yola koyulur.
Aradan tam yirmibeş yıl geçmiştir. Hikayesini dinledim. Çok manidar ve çok ilginç buldum. Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan ailesi, gazete ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış şimdi ise umutlarını kesdikleri zennediliyor. Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu anda umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve mutluluk getiren bu çocuk otuz yaşlarında evli ikinci çocuğu olan bir aile reisidir. Çok güzel bir eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel okullarda, liseyi Ankara TED Kolejinde, Üniversiteyide Bilkentte tamamlayarak hayata büyük bir iş adamı olarak atılmıştır. Şu feleğin işine bak derler ya: nerden nereye... bir insanın bir âlem olduğunu, bir âlemin kuruluşundaki aşk deryasını, fıtratına uygun bir ölçüyle ortaya koyan Ali bey ancak ve ancak abide şahsiyetlere yakışır, seçilmiş insanlara layık
davranışıyla zaten yeteri kadar büyümüştür. Burada her kişinin değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor. Kim bu insan, bu gün bağlantın var mı, seni ziyarete geliyor mu,diye peş peşe soruyorum,yine verdiği cevap kahramanca... sözüm var söylüyemem diyor ve ekliyor;Ben doğduysam isteğimle değil, istemediğim bir hayatkucağına almış beni yaşatıyorsa, bu hiç de doğru değil.İnsansam ben, yaşamak hakkımsa, tabiat kuralları insanlar için eşitse, var olmak, yok olmak kadar doğalsa nedenyaşamak hakkım değil.
            Kavgayı, bir ağacın yaprağına yazmak isterdim.Sonbahar gelince yaprak kurusun diye.Öfkeyi bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok olsun diye,
Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,
Ve dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla büyüsün dünyayı sarsın diye.
telli senem
(İki Yüreğin Türküsü)
Sürgün yeri olmuştur Elbistan ve Afşin yöresi Osmanlı da, tıpkı Hicaz gibi, Kıbrıs gibi, Fizan gibi.
Bir bey düşünün, "tiz sürüle Elbistan'a" denilince, ne zaman ve nasıl tekrar dönülebileceği hesabı yapılmada, pılı pırtı toplanarak yeni yerine avdet etmeye... Ne mümkün. Siyasi iradeye, devlet çarkının işleyici içinde karşı gelmek mi? Aman Allah korusun...
îşte devlet umuru görmüş bir bey Yazıcıoğlu. Biz onun devleti ile ilgili kriterini yapmayacağız. Bu yazının amacı, günümüzde halen dilden dile dolaşan Türk edebiyatına tek bi şiiriyle geçen, şiir değil adeta, duyguların kan-revan bir şekilde kısaca ifade edilişini ortaya koyacağız.
Beyimiz Yazıcıoğlu, Afşin'e avdetinden sonra, kendisine bir yerleşim yeri arar ve bugün TANIR olarak bilinen yöreye yerleşir. Denilir ki Tanır Kasabasının kuruluşu Yazıcıoğlu beyle başlar.
Kasabayı ikiye ayıran Hurman çayı ve çayın etrafında gelişmiş sulu tarım arazileri ile binbir çeşit ağaçlardan ve her adım başı pırıl pırıl, buz gibi kaynak sularıyla Tanır Kasabası, payı tahta başkentlik eden istanbul sevdalıları için elbette yer ve güzellik olarak tercih sebepleri olması kadar doğal ne olabilir ki..
Dönemin en gözde geçim kaynağı Tarım ve daha çok hayvancılık olduğu için, hayvancılıkla uğraşanlar kışlık sabit yerleri ve yazlık yaylaları yurt edinirler.
Yazıcıoğlu ailesi Binboğa yaylalarım kullanır. Hemen her yaz mevsimide aynı yaylada Hatay tarafından gelen bir başka ailede bulunur.
İşte hikayemiz burdan başlıyor.
Hatay taraından Binboğa otlağına gelen aileden bir kız, güzel mi güzel, endamlımı endamlı, asil mi asil, adı SENEM. Aşireti ona Telli Senem der. Telli Senem'in gözü kimseyi görmez. Taliplileri çok ama o hep arar. Kim bilir belki Anka kuşu gibi efsane olup gidecektir. Belki de bir kötü talih. Ah senem aah... Hikayeyi bilen bilir, içinde fırtınalar esen, aşk sokağında aklını kaybeden, sevginin, sevme olgusunun asaletine inananlar seni bilir. Zamanımızın yaşayan Karacaoğlan'ı der ki; Her asil insanın mutlaka bir mihribamn'ı var. Ha Yazıcığlu'nun senem'i, ha Karakoç'un Mihribanı... Söyleyin Allah aşkına, bu duruş kalemle ifade edilir mi? Yaşanır, yaşatılır tekrar yeni vücutlarda, yeni adreslerde inkişaf eder ancak.
Yavuz'un Mısır'ı fethinde gördüğü bir ahu karşısında dili çözülür. Sanki koca Mısırı fethedişinin iksirini bulur. Ve o büyük olayın ilahı mesajına odaklandığı sözlerini hemencecik ilhamının yüzüne karşı fısıldar.
Şiirler pençe-i kahrımdan olurken Lerzan Beni bir gözleri ahıya zebun eyledi felek
Yüzlerce örnek verilebilir. Bizim Yazıcıoğlu'da, bey'mi bey, yiğit mi yiğit. Hep kaçamaklı görüşürler Telli Senem'le Senem nihayet aradığını bulur. Engellerde nedense bu tür hikayelerde hep aynı olur. Sebep sonuç ilişkisine insanlarımız hep ağlar durur.
Uzun sürer sevdalan. Her yaz yaylaya çıkma vakitleri iple çekilir. Sevdaları bütün ovaya yayılır. Taki hep olduğu gibi en son kızın babası olayı duyar. Tepkisi sert ve önlemi çok ricit olur. Telli Senem bir daha binboğaları göremez.
Yazıcıoğlu  hep bekler anka kuşunu. Ne haber, ne gelen ne giden vardır.
Son görüşmelerinde aht etmişler, birbirleri dışında hiç kimseye yar olmayacaklar...
Aradan yıllar geçer. Yazıcıoğlu bey'dir. Hikaye unutulur. Çevre töre gereği çok baskı yapar ve Yazıcıoğlu evlenir. Çoluk çocuk derken torun torbaya karışır. Yaşı neredeyse bir asra yaklaşır.
Bir gün köy odasında otururken, bir kervancı başı tarafından arandığını söylerler. Kervancı huzura alınır ve meramı sorulur. Kervancı "Yazıcıoğlu kim" der. Benim cevabını aldıktan sonra, beyim bir haftalık yoldan geliyorum, Çoğulhan, Kuruhan üzerinde yoluma devam edeceğimi öğrenen çok yaşlı yalnız ve çok güzel bir ihtiyar kadın kervanımın önüne çıkarak, sana bir çift sözle, şu mendili vermemi istedi der ve mendili uzatır. Devamla, "Halen sana verdiği söz üzereymiş, Yiğidimden haber beklerim" dediğini söyleyince...
Yazıcıoğlu hüngür hüngür ağlar …ve mendili öpmeye devamla, hiç şairlik sıfatı olmadığı halde bu ilahi olgu karşısında aşağıya alınan mısralar ağzından dökülmeye başlar. O gün bugün yazılı ve sözlü edebiyatımıza bu olay hikayesiyle birlikte girer, irticalen söylenen şiir şöyledir.

Bir haber geldi Telli Senem den
Deli gönül şad olmaya başladı
Akmaz iken kör pınarın ayağı
Suyu geldi çağlamaya başladı

Senem'in giydiği sarıdır sarı                                                        
Ölmeden yüzünü göreydim bari                                                           
Yıkık değirmenin bozuk çarkevi                                                           
Suyu geldi düzelmeye başladı.

Aşkın cezvesinde ocakta kaynar                                                  
Durmaz deli gönül meydanda oynar                                                    
Ermeni dillerin şekerler çiğner                                                              
Tatlı tatlı söz olmaya başladı

Hele bakın şu feleğin işine                                                                                                    
Ağu kattı benim pişmiş aşıma                                                                                           
Senem değmis, seksen doksan yaşına                                                                                        Benimkide yüz olmaya başladı

Şu görünen binboğanın dağları                                                             
Aşılmıyor gıcı, boranı belleri                                                                  
Yazıcıoğlu Şereflinin beyleri                                                                    
Koca Tanır yaz olmaya başladı


MELEKLER HAREKETİ
SIDDIK DEMİR
İkinci dünya savaşından sonra Portekiz de yıkılan bir mescidin avlusunda 8-10 yaşları arasında üç çocuk oynarken birden daha önce hiç görmedikleri orta yaşlı bir kadın zuhur eder.
Çocuklara "Benim adım Fatma, siz beni tanımazsınız, çok önceleri yaşamış ve dünyanızdan ebedi aleme gitmiş bir insanım. Beni Hz. Meryem gönderdi. Dinsizliğe ve komünizme karşı Müslümanlarla, Hıristiyanların birleşerek mücadele etmeleri lazım. Benden duyduklarınızı büyüklerinize söyleyin" dedikten sonra aniden kaybolur.
Çocuklar şahit oldukları olayı büyüklerine anlatsalar da fazla itibar görmezler. İnançta mensubiyet şuuru gereği aileler önce karşı çıkar, sonra din adamlarına dua için götürürler. Aynı din kültürü içinde yetişmiş olan din adamları da ailelerde pek farklı düşünmez. Çocukların içine girmiş şeytanı çıkartmakla meşgul olurlar.
İleri senelerde çocuklar büyür. Şahit oldukları olayı kitaplaştırırlar. Hz. Fatma'yı gördüğünü söyleyen LUCİA Hanım ve etrafındakilerin geliştirmiş oldukları tarikatın veya görüşün bugün ki Avrupa'da - Melekler Hareketi - olarak bilindiği bir gerçektir -Ortak amaçları Dinsizliğe karşı, semavi dinlerin ortak mücadelerini sağlamaktır. Bu amaca hizmet etmeyecek hiçbir Müslüman gösterebilinir mi?
Evrenselliği millileştirenler için yukarıdaki hareket ya görülmez veya İsevilik şeriatına mensup bir olmuş olay olduğu için küçümsenir.
Her semavi din mensupları kendi din kültürleri gereği karşıdaki din mensuplarına GAVUR demeyi adet haline getirmişlerdir. Bu dinler içinde çıkmış değişik görüşler yaşama biçimleri veya inanışlar veya tarikat ve mezheplerin varlığı bilinmektedir. Her şeriata dayandığı bilinen bazı saptırılmış fırkalarında varlığı bir gerçektir. Ama hangi şeriata mensup olunursa olunsun, aynı hedefe, aynı amaçla hareket eden inanan, muameletini yapan çok büyük kitlelerin olduğu da bir gerçektir.
Dinde şovenizmi aşan, evrenselliğe uygun davranışta bulunan, her din mensubu alimlerin sayısı ne yazık ki çok azdır. Melekler hareketini ve amacını bilenler, olayı kabullendikleri halde, Müslüman bir din adamının PAPA ile görüşmesini insafsızca eleştirmekte ve  bu ilişkisini İslam'a ihanet olarak göstermekteler. Bir ALLAH'a inanan insanların vasıtaları ister Muhammedi, ister İsevî, isterse Musevi olsun,  tebliğ kitabınız ister Kuran, ister İncil ve Tevrat olsun, sizi ona götürebilmeyi başarıyorsa, aynı amaçla aynı Allah'a ulaştırıyorsa bu husumet niye... Demekki amaç birliği evrensel bir ilkedir.  Modern bir arabayla da, düşük modelli bir arabayla da aynı hedefe birazcık gecikmeli veya erken olarak varılabilir. Farkı bu kadar.
Kelam ilminde önemli bir merhale taşı olan Fethullah Gülen Hoca . Efendinin dinler arası hoşgörü ve iş birliği anlayışında samimi olduğuna inanmak lazım.. Tasavvufta da, hoca efendiyle aynı paralellikte düşünen ve bu konuda birçok eser ortaya koyan-Kadiri-Rufai Şeyhi  Galip Hasan Kuşçuoğlu da bulunmaktadır.
Şeyh Efendi Maide 51. ayetin bilinen tefsirine itiraz eder. Allah'a inanan insanlarla, aynı peygambere uymasak da kardeşiz, bu kardeşlerimizin kanı katli bize haramdır demektedir. Daha açık bir ifadeyle; Kelime-i Tevhitte birleşenlerin şeriatları Musevi, İsevî ve Muhammedi olmaları çok büük farklılık oluşturmaz. Hele hele düşman olmalarım hiç gerektirmez. Ah bunlar bir bilseler kardeş olduklarını, dinler arası savaşlar hiç olmazdı demektedir.
Gerek Şeyh Efendi, gerekse Hoca Efendi, melekler hareketinin evrenselliğine nasıl sayfgı göstermezler.

İnananların mücadelesi dinsizliğe karşıdır. İmanın zirvesi ona inanmaktır. Gerisi teferruattır. Teferruatta bir nevi çeşitliliktir. Çeşitliliği de Allah (cc) sever.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder