3 Aralık 2015 Perşembe

ELİF NİNE; Eğitimci, Araştırmacı - Yazar, Sıddık DEMİR

ELİF NİNE
Sıddık DEMİR
            Erzurum’un Dumlu Kasabasında ki askeri birliğe genç bir yedek subay atanır. Zaman 12 Eylül ihtilalinden kısa bir süre sonra. Yalnız yedek subayımızın sakıncalı bir sicili olduğu için, kendisi henüz birliğe intikal etmeden önce “namı” çoktan varmış bile…
           Milli mücadelede korkunç bir organizasyonla, dönemin en üstün teknolojileriyle donatılmış işgal kuvvetlerini, kabaran bir vatanseverlik anlayışıyla söküp atan “Edeler” diyarında genç bir Avukat iken sistem tarafından sicili bozulan, vatani görevini yedek subay olarak yapmaya çalışan bir adamdır o…
           İşgal kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin başlangıcı olan “Sütçü imam” olayında, Müslüman Türk kadınının tesettürüne el atan Fransız askerlerinin öldürülmesiyle başlayan kahramanlık olayını takdir etmeyen bir tane Müslüman Türk bulunamaz. Günümüzde de aynı hassasiyette olan “Sütçü imamların” adeta Fransız askeri yerine konularak “irtica” yaftasıyla horlanılması ve Müslüman Türk insanının içine düştüğü durum, sanki birileri eliyle intikam alınıyor havası oluşturuluyor sanki… Aynı objeye dün Fransız askerleri bugün ise…
           Yedek subayı genç Avukatın dramı da aynen öyle… Vatan müdafaasında tıpkı suçlu duruma düşürülerek, çok sevdiği askerlik hayatında adeta “vebalı” imiş gibi muamele görmesi… Üstelik çekilen onca işkenceden sonra… Ayağına ip takılarak emniyetin beşinci katında saatlerce aşağı sallandırmaktan mı? dersiniz, eksi bilmem kaç derece soğukta açık alanda akan suda ıslatarak dondurulmaktan tutunda, kapalı odalarda ki işkencelere kadar… İsnat edilenleri kabul etmemesi, en büyük suçudur.
           Aradan yıllar geçer. Uzun bir dönem bağlantısı olduğu siyasi oluşumdan milletvekili olur. Parlamento da koalisyon hükümeti kurulur. Kendileri de hükümet ortağıdır. Hükümet başkanı sıfatıyla, ortakların vekilleriyle tanışma merasiminde sıra, bunca arzulamaya rağmen işkenceleri unutamayan çiçeği burnunda genç vekile gelir. Çektiği zulümlerin müsebbibi olan zevatı karşısında görünce doğal olarak uzatılan eli sıkmamakta tereddüt etmez. Ortaklık kısa bir süreliğine soğuk duş yaşar. Bu davranış, kendi genel başkanının bile gözünden düşmeye yeter bir olaydır.
            Efendim; “Sığaya çekecektin, devletin âli menfaati için seni yaralayan ve halen vücudunda izleri var olan işkence olayını unutacaktın” v.s gibi kendi yandaşlarındaki hafıza kaybı cinsindeki öğütleri de dinlemez değil hani…
            Evet, biz dönelim yine bu eski vekilimizin bir çeyrek asır geride kalan yedek subaylık zamanına… Dumlu kasabasında ki birlikte asteğmen olarak askerliğini tamamlamaya devam ededursun, gelelim kendi sıkıntısını unutturan olaya;
            Kalmış olduğu evden her sabah beş dakikalık mesafede olan birliğine giderken kasabanın dışı olan sokağın başında kışlı-yazlı, sabahlı- akşamlı, soğuğa- sıcağa aldırmadan sürekli oturarak gözü ufukta bir şey ararmış gibi mütemadiyen bir noktaya bakan yaşı 80-85 civarında olan bir nine dikkatini çeker.
            Aynı sokakta bakkallık yapan Faruk adındaki esnafa bu kadının durumunu soran genç asteğmen; Faruk beyin “Tam adamına sordun, komutanım” şöyle bir otur da anlatayım demesi üzerine asteğmen bir iskemleye sekilenir. Faruk Bey; “Komutan’ım; O gördüğün kadın benim ninemdir. Kendisi nerdeyse doksan yaşına gelmiştir. Ben kendimi bildim bileli ninem hep orada olur. Sanki Dumlu’yu sizin tümen değil de benim ninem tek başına bekliyor zannedersin. Dedemle evlendikten üç ay sonra, dedem seferberlik emriyle Kafkas cephesine savaşa gider. Ninem babama hamile… Belli bir süre sonra “Kocan şehit oldu” haberi üzerine ninem yıkılır. Dedemin akrabaları olayı kabullenerek ninemi başka biriyle evlenmeye zorlasalar da ninem “Her gün rüyamda Mehmet’imi görüyorum.” “Ben ölmedim Elifim beni bekle derken nasıl evlenirim” diyerek baskılara boyun eğmez.
            Aradan tam altı yıl geçer. Babam okula gidecek yaşa gelir. Her türlü maddi manevi sıkıntı çeken Elif ninem bir gün, kocası Mehmed’inde içinde bulunduğu bir takım asker bir şekilde serbest bırakılarak esir kaldıkları Rusya’dan Türkiye’ye doğru hareket ettikleri haberini alınca ortalık bayram havasına dönüşür. Başlangıçta birkaç aydan, ilerleyen günlerde birkaç haftadan, nihayet Kafkaslardan Türkiye girdikleri haberi gelir. Köylü heyecanlı ama Elif ninem daha bir farklı… Gözüne uyku günlerdir girmez. Babam çocuk ama, babasızlığın sıkıntısı iliklerine kadar sinmiş, o da anası kadar değilse de heyecanı dorukta”…
            Asteğmen sakıncalı personel olduğu için, kendinden çok ama çok fazla vatansever olan komutanından, Osmanlıcaya hâkimiyetinden ötürü, sözlü bir emir alır. Komutanı ona “Osmanlıca bildiğine göre şu bizim tümenin tarihçesini bir çıkar asteğmenim.”der. Asteğmen de zaman nasıl olsa sıkıcı geçiyor, bu görev benim için iyi uğraş olur düşüncesiyle görevi kabullenir. Bu vesileyle tümenin Osmanlıca kayıtları bulunan arşivde çalışmaya devam eder.
            Zaman zaman dışarıdan da yardımlar alır. Bu anlamda kendini iyi yetiştirmiş, Erzurum’da müze müdürlüğü de yapmış entelektüel boyutta saygınlığı olan bir güzel insanla tanışır. Yardım talebine karşılık olayla ilgili yerinde bilgilere ulaşmak için tümene gelme şartı koyan bilge kişinin bu normal talebi, asteğmen tarafından olumlu bulunur. Dostlukları ilerler. Bilge kişi bizzat yaşadığı bir katliamın tek şahidi olarak, Dumlu kasabasının bir köyünde geçen Ermeni- Taşnak katliamını şöyle anlatır.
            “Kafkas Savaşında köyümüzde eli silah tutan bütün erkekler cepheye gitti. Çoluk çocuk ihtiyar ve kadınlardan mürekkep köy halkı bir sabah silahlı Ermeni komitelerince kuşatıldı. Bende on iki yaşındaydım. Küçük olduğum için cepheye gidememiştim. Ermeniler köy meydanına topladıkları çaresiz halkın, camiye girmelerini emrettiler. Bir müddet sonra dışardan kilitledikleri kapının altından yanan bir çaput kokusu içeriyi kapladı. Halk “Bizi yakacaklar” diyerek kapıyı zorladı ve dışarı çıkmaya başladı. Esas vahşilik öyle başladı. Meğer bizi dışarı zorlama olayı bir tuzakmış. Kapıdan çıkanları hemen karşıya koydukları makineli tüfeklerle ekin biçer gibi biçmeye başladılar. Bende kendimi dışarı attım ama gerisini bilmiyorum. Can havliyle kendini dışarı atan onlarca insanı önce taramışlar. Bilahare de üzerlerine gaz dökerek yakmışlar.
            Bir gün sonra katliamdan haberdar olan bir Türk Birliği bölgeye gelerek onca telef olmuş insanların arasında yarı canlı bir tek beni bulmuşlar. Diğerlerini defnederken beni Erzurum’a ulaştırmışlar. Bak şimdi o olayın canlı şahidi olarak karşındayım” deyince Asteğmen; kendiside yerli insanlardan hem de Ermeni- Rum olmayanlardan, ancak onlardan daha alçakça reva gördüğü işkence olayında kendi vücudunda izler kaldığını bildiği için “Yangında bir iz kaldı mı?”Sualini sorar. Yaşı bayağı ilerlemiş olan bilge kişi hemen ayağındaki çorapları çıkarınca asteğmen,  iki ayağında on parmağın hiç birisinin olmadığını görür. Böyle bir kahraman, böyle bir gazi ve yaşadığı olayı sözlü ve yazılı bir şekilde anlatarak Ermeni mezalimini bütün Türkiye’ye anlatmayı sürdüren bu güzel insan,  Dumlu’da ki birliğe bir başka açıdan Türk milletine hizmet etmek için asteğmenle beraber geldiğinde:
            Birlikte nahoş karşılanır. Üst komutan; asteğmenini bir kenara çekerek “Böyle şeytan sakallı, gerici, hacı- hoca tipindeki insanların birliğimizde ne işi var. Çabuk gönder gitsin” diyerek asteğmenine güzel bir fırça atar. Bu tavır insana kendisini yakan Ermenilerin zulmünden daha ağır gelmez mi?
            Tekrar Elif nineye gelelim: Torunu Faruk Bey devam eder. “Şu anki oturduğu taşın bulunduğu yerde bütün köylüyle beraber ninem ve altı yaşındaki babam, dedemin köye yaklaştığı haberini alırlar. Derken önünde ki tepeden kalabalık bir insan grubu görünür. Yaklaştıkça vaziyetlerinin çok perişan oldukları gözlenir. Üst-baş yırtık- pırtık, ayakkabılar delik veya paramparça parmaklar görünüyor, çorap mı? Nereden olacak. Saç sakal birbirine karışmış ama nispeten bir disiplinin olduğu gruptan dede Mehmet bir taş atımlık mesafeye yaklaşınca yüksek sesle “Elif’immm ölmeden seni ve köyümü gördüm. Yanında ki çocuğun benim oğlum olduğu da belli. Ona ve kendine iyi bak. Seni ve oğlumu Allah’a emanet ediyorum Elif’immm. Biz şimdi Çanakkale’ye gidiyoruz. Savaştan sonra dönerim. Bekle beni Elif’immm, bekle beni emiii”…diyerek uzaktan seslenir.
            Elif ninenin yüreği atar da atar. Eğer buna dayanacak yürek varsa. Evdeşini uzaktan selamlayarak bir cepheden bir başka cepheye giden Mehmetlerin Ahmetlerin hesabını kim yapar…
            Üç günlük, üç haftalık, üç aylık, daha yeni açmış gonca güller misali Elif nineler Fatma analar, Nene ve Rahime hatunlar bağırlarına vura vura kanlı şerbet içerler ve üç kuruşluk dünyada ömürlerini böyle şereflice tamamlarlar.
            Faruk Bey; “Bu acı tablodan iki-üç ay sonra Elif nine için kıyamet kopar. Mehmet’i şehit olmuştur. Haberi gelir. İşte o gün bu gün tam altmış yıl geçti. Elif ninem hep oradadır komutan’ım. Mütemadiyen, günün tamamına yakın o taş üzerinde, hep o ufka bakar ve hep bekler. Bu serüven ne kadar ömrü kaldı bilinmez ama son nefesini verinceye kadar devam edeceğe benzer. Mehmet’ini bir umutla”…Diyerek hikâyeyi noktalar.
              Beklemek güzel şey umut yarısı ya bekleyememek içler acısı.
           “İşte böyle asteğmen’im”. Asteğmen’in ve Faruk Bey’in gözleri kaynayan bir pınar gibi hikâye bittiği halde bitmeden akmaya devam eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder