ELİF NİNE
Sıddık DEMİR
Erzurum’un Dumlu Kasabasında ki askeri birliğe
genç bir yedek subay atanır. Zaman 12 Eylül ihtilalinden kısa bir süre sonra. Yalnız
yedek subayımızın sakıncalı bir sicili olduğu için, kendisi henüz birliğe
intikal etmeden önce “namı” çoktan varmış bile…
Milli mücadelede korkunç bir organizasyonla,
dönemin en üstün teknolojileriyle donatılmış işgal kuvvetlerini, kabaran bir
vatanseverlik anlayışıyla söküp atan “Edeler” diyarında genç bir Avukat iken
sistem tarafından sicili bozulan, vatani görevini yedek subay olarak yapmaya
çalışan bir adamdır o…
İşgal kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin
başlangıcı olan “Sütçü imam” olayında, Müslüman Türk kadınının tesettürüne el
atan Fransız askerlerinin öldürülmesiyle başlayan kahramanlık olayını takdir etmeyen
bir tane Müslüman Türk bulunamaz. Günümüzde de aynı hassasiyette olan “Sütçü
imamların” adeta Fransız askeri yerine konularak “irtica” yaftasıyla
horlanılması ve Müslüman Türk insanının içine düştüğü durum, sanki birileri eliyle
intikam alınıyor havası oluşturuluyor sanki… Aynı objeye dün Fransız askerleri
bugün ise…
Yedek subayı genç Avukatın dramı da aynen
öyle… Vatan müdafaasında tıpkı suçlu duruma düşürülerek, çok sevdiği askerlik
hayatında adeta “vebalı” imiş gibi muamele görmesi… Üstelik çekilen onca
işkenceden sonra… Ayağına ip takılarak emniyetin beşinci katında saatlerce
aşağı sallandırmaktan mı? dersiniz, eksi bilmem kaç derece soğukta açık alanda
akan suda ıslatarak dondurulmaktan tutunda, kapalı odalarda ki işkencelere
kadar… İsnat edilenleri kabul etmemesi, en büyük suçudur.
Aradan yıllar geçer. Uzun
bir dönem bağlantısı olduğu siyasi oluşumdan milletvekili olur. Parlamento da
koalisyon hükümeti kurulur. Kendileri de hükümet ortağıdır. Hükümet başkanı
sıfatıyla, ortakların vekilleriyle tanışma merasiminde sıra, bunca arzulamaya rağmen
işkenceleri unutamayan çiçeği burnunda genç vekile gelir. Çektiği zulümlerin müsebbibi
olan zevatı karşısında görünce doğal olarak uzatılan eli sıkmamakta tereddüt
etmez. Ortaklık kısa bir süreliğine soğuk duş yaşar. Bu davranış, kendi genel
başkanının bile gözünden düşmeye yeter bir olaydır.
Efendim;
“Sığaya çekecektin, devletin âli menfaati için seni yaralayan ve halen
vücudunda izleri var olan işkence olayını unutacaktın” v.s gibi kendi
yandaşlarındaki hafıza kaybı cinsindeki öğütleri de dinlemez değil hani…
Evet,
biz dönelim yine bu eski vekilimizin bir çeyrek asır geride kalan yedek
subaylık zamanına… Dumlu kasabasında ki birlikte asteğmen olarak askerliğini
tamamlamaya devam ededursun, gelelim kendi sıkıntısını unutturan olaya;
Kalmış
olduğu evden her sabah beş dakikalık mesafede olan birliğine giderken kasabanın
dışı olan sokağın başında kışlı-yazlı, sabahlı- akşamlı, soğuğa- sıcağa
aldırmadan sürekli oturarak gözü ufukta bir şey ararmış gibi mütemadiyen bir
noktaya bakan yaşı 80-85 civarında olan bir nine dikkatini çeker.
Aynı
sokakta bakkallık yapan Faruk adındaki esnafa bu kadının durumunu soran genç
asteğmen; Faruk beyin “Tam adamına sordun, komutanım” şöyle bir otur da
anlatayım demesi üzerine asteğmen bir iskemleye sekilenir. Faruk Bey; “Komutan’ım;
O gördüğün kadın benim ninemdir. Kendisi nerdeyse doksan yaşına gelmiştir. Ben
kendimi bildim bileli ninem hep orada olur. Sanki Dumlu’yu sizin tümen değil de
benim ninem tek başına bekliyor zannedersin. Dedemle evlendikten üç ay sonra, dedem
seferberlik emriyle Kafkas cephesine savaşa gider. Ninem babama hamile… Belli
bir süre sonra “Kocan şehit oldu” haberi üzerine ninem yıkılır. Dedemin
akrabaları olayı kabullenerek ninemi başka biriyle evlenmeye zorlasalar da
ninem “Her gün rüyamda Mehmet’imi görüyorum.” “Ben ölmedim Elifim beni bekle derken
nasıl evlenirim” diyerek baskılara boyun eğmez.
Aradan
tam altı yıl geçer. Babam okula gidecek yaşa gelir. Her türlü maddi manevi
sıkıntı çeken Elif ninem bir gün, kocası Mehmed’inde içinde bulunduğu bir takım
asker bir şekilde serbest bırakılarak esir kaldıkları Rusya’dan Türkiye’ye
doğru hareket ettikleri haberini alınca ortalık bayram havasına dönüşür.
Başlangıçta birkaç aydan, ilerleyen günlerde birkaç haftadan, nihayet
Kafkaslardan Türkiye girdikleri haberi gelir. Köylü heyecanlı ama Elif ninem
daha bir farklı… Gözüne uyku günlerdir girmez. Babam çocuk ama, babasızlığın
sıkıntısı iliklerine kadar sinmiş, o da anası kadar değilse de heyecanı dorukta”…
Asteğmen
sakıncalı personel olduğu için, kendinden çok ama çok fazla vatansever olan
komutanından, Osmanlıcaya hâkimiyetinden ötürü, sözlü bir emir alır. Komutanı
ona “Osmanlıca bildiğine göre şu bizim tümenin tarihçesini bir çıkar
asteğmenim.”der. Asteğmen de zaman nasıl olsa sıkıcı geçiyor, bu görev benim
için iyi uğraş olur düşüncesiyle görevi kabullenir. Bu vesileyle tümenin Osmanlıca
kayıtları bulunan arşivde çalışmaya devam eder.
Zaman
zaman dışarıdan da yardımlar alır. Bu anlamda kendini iyi yetiştirmiş, Erzurum’da
müze müdürlüğü de yapmış entelektüel boyutta saygınlığı olan bir güzel insanla
tanışır. Yardım talebine karşılık olayla ilgili yerinde bilgilere ulaşmak için
tümene gelme şartı koyan bilge kişinin bu normal talebi, asteğmen tarafından
olumlu bulunur. Dostlukları ilerler. Bilge kişi bizzat yaşadığı bir katliamın
tek şahidi olarak, Dumlu kasabasının bir köyünde geçen Ermeni- Taşnak
katliamını şöyle anlatır.
“Kafkas
Savaşında köyümüzde eli silah tutan bütün erkekler cepheye gitti. Çoluk çocuk
ihtiyar ve kadınlardan mürekkep köy halkı bir sabah silahlı Ermeni
komitelerince kuşatıldı. Bende on iki yaşındaydım. Küçük olduğum için cepheye
gidememiştim. Ermeniler köy meydanına topladıkları çaresiz halkın, camiye
girmelerini emrettiler. Bir müddet sonra dışardan kilitledikleri kapının altından
yanan bir çaput kokusu içeriyi kapladı. Halk “Bizi yakacaklar” diyerek kapıyı
zorladı ve dışarı çıkmaya başladı. Esas vahşilik öyle başladı. Meğer bizi
dışarı zorlama olayı bir tuzakmış. Kapıdan çıkanları hemen karşıya koydukları
makineli tüfeklerle ekin biçer gibi biçmeye başladılar. Bende kendimi dışarı
attım ama gerisini bilmiyorum. Can havliyle kendini dışarı atan onlarca insanı
önce taramışlar. Bilahare de üzerlerine gaz dökerek yakmışlar.
Bir
gün sonra katliamdan haberdar olan bir Türk Birliği bölgeye gelerek onca telef
olmuş insanların arasında yarı canlı bir tek beni bulmuşlar. Diğerlerini
defnederken beni Erzurum’a ulaştırmışlar. Bak şimdi o olayın canlı şahidi
olarak karşındayım” deyince Asteğmen; kendiside yerli insanlardan hem de Ermeni-
Rum olmayanlardan, ancak onlardan daha alçakça reva gördüğü işkence olayında
kendi vücudunda izler kaldığını bildiği için “Yangında bir iz kaldı mı?”Sualini
sorar. Yaşı bayağı ilerlemiş olan bilge kişi hemen ayağındaki çorapları
çıkarınca asteğmen, iki ayağında on
parmağın hiç birisinin olmadığını görür. Böyle bir kahraman, böyle bir gazi ve
yaşadığı olayı sözlü ve yazılı bir şekilde anlatarak Ermeni mezalimini bütün
Türkiye’ye anlatmayı sürdüren bu güzel insan,
Dumlu’da ki birliğe bir başka açıdan Türk milletine hizmet etmek için
asteğmenle beraber geldiğinde:
Birlikte
nahoş karşılanır. Üst komutan; asteğmenini bir kenara çekerek “Böyle şeytan
sakallı, gerici, hacı- hoca tipindeki insanların birliğimizde ne işi var. Çabuk
gönder gitsin” diyerek asteğmenine güzel bir fırça atar. Bu tavır insana
kendisini yakan Ermenilerin zulmünden daha ağır gelmez mi?
Tekrar
Elif nineye gelelim: Torunu Faruk Bey devam eder. “Şu anki oturduğu taşın
bulunduğu yerde bütün köylüyle beraber ninem ve altı yaşındaki babam, dedemin
köye yaklaştığı haberini alırlar. Derken önünde ki tepeden kalabalık bir insan
grubu görünür. Yaklaştıkça vaziyetlerinin çok perişan oldukları gözlenir.
Üst-baş yırtık- pırtık, ayakkabılar delik veya paramparça parmaklar görünüyor,
çorap mı? Nereden olacak. Saç sakal birbirine karışmış ama nispeten bir
disiplinin olduğu gruptan dede Mehmet bir taş atımlık mesafeye yaklaşınca yüksek
sesle “Elif’immm ölmeden seni ve köyümü gördüm. Yanında ki çocuğun benim oğlum olduğu
da belli. Ona ve kendine iyi bak. Seni ve oğlumu Allah’a emanet ediyorum
Elif’immm. Biz şimdi Çanakkale’ye gidiyoruz. Savaştan sonra dönerim. Bekle beni
Elif’immm, bekle beni emiii”…diyerek uzaktan seslenir.
Elif
ninenin yüreği atar da atar. Eğer buna dayanacak yürek varsa. Evdeşini uzaktan
selamlayarak bir cepheden bir başka cepheye giden Mehmetlerin Ahmetlerin
hesabını kim yapar…
Üç
günlük, üç haftalık, üç aylık, daha yeni açmış gonca güller misali Elif nineler
Fatma analar, Nene ve Rahime hatunlar bağırlarına vura vura kanlı şerbet
içerler ve üç kuruşluk dünyada ömürlerini böyle şereflice tamamlarlar.
Faruk
Bey; “Bu acı tablodan iki-üç ay sonra Elif nine için kıyamet kopar. Mehmet’i
şehit olmuştur. Haberi gelir. İşte o gün bu gün tam altmış yıl geçti. Elif
ninem hep oradadır komutan’ım. Mütemadiyen, günün tamamına yakın o taş üzerinde,
hep o ufka bakar ve hep bekler. Bu serüven ne kadar ömrü kaldı bilinmez ama son
nefesini verinceye kadar devam edeceğe benzer. Mehmet’ini bir umutla”…Diyerek hikâyeyi
noktalar.
Beklemek güzel şey umut yarısı ya
bekleyememek içler acısı.
“İşte böyle asteğmen’im”. Asteğmen’in
ve Faruk Bey’in gözleri kaynayan bir pınar gibi hikâye bittiği halde bitmeden
akmaya devam eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder