DEVELERİ OYNATMAK
Sıddık
DEMİR
Yıl 1914.
Doğu vilayetlerimize Rusların girmesi üzerine ayrılıkçı Ermeni kökenli Osmanlı
vatandaşları, bu fırsattan faydalanmak için örgütlenerek önce otonom bilahare
de devlet kurmayı hedeflerler.
Tıpkı
günümüzdeki ayrılıkçı hareket gibi metot takip ederek, bir yığın masum insanın çoluk çocuk demeden
katline kadar varan eylemlere girişirler. İşin vahametini anlayan merkezi
hükümet, Talat Paşa’nın bizzat emri
üzerine bölgeye üç müfettiş gönderilir. Umulur ki; İleri gelenlerle görüşülerek
bu işin yanlış olduğu, dolayısıyla ferasetli davranılırsa asırlardır beraber
yaşamış iki milletin arasına Rusların oyunlarına gelerek kan davası girmemesi
ve olabilecek bir kanlı olayın daha da
büyümemesi için ikna edilsinler.
Müfettişler
aldıkları emir üzerine bölgeye intikal ederek her gün heyetler halinde kanaat
önderleriyle sabahlara kadar işin vahametini tartışırlar.
Yine bir akşam
geç vakitlere kadar çok sert tartışmanın olduğu ortamda ayrılıkçıların radikal
milliyetçi söylemleri müfettişleri bunaltır. Olayları yatıştırmak ve varsa
masum isteklerine çözüm bulmayı merkezi hükümete iletmeyi amaçlayan heyette
birinin dikkatini uzun zamandır konuşmalara şahit olan ama tek bir söz dahi
alarak fikir beyan etmeyen olgun yaşta bir adam gözüne çarpar.
Merakla;
“Amca sen hiç
konuşmadın, oysa burada bulunduğuna göre
mutlaka kanaat önderi, sevilen ,sayılan
ve itibar gören birisin. Lütfen kendini tanıt ve tartışmaya katıl” uyarısı
üzerine;
“Müfettiş Bey
oğlum; evet dediğin gibi uzun zamandır sizleri dinliyorum. Benim adım İbrahim.
Türk oğlu Türküm. Şu mecliste sizi bilmiyorum ama Türk olan yalnız ben varım
herhalde. Şahsen bu konuşulanlar benim kanıma dokundu. Ama yıllar var ki
beraber yaşadığımız bu insanlara ne oldu da birdenbire değiştiler anlamıyorum. Bana
biraz müsaade ederseniz bir fıkra anlatmak istiyorum” deyince herkes arkasına
yaslanarak İbrahim Efendiye dinlemeye başlar.
İbrahim
Efendi;
“Burası Erzurum’dur. Yakın döneme kadar
Erzurum esnafı ticaretini Trabzon’la yapardı. Bunun için en iyi vasıta Deve ve
Eşek ten oluşan yük hayvanlarıydı. Erzurum-Trabzon arası çok uzak olduğu için
esnaf ürettikleri malı sonbaharda hayvanlara yükleyerek dağa taşa kar
düşmeden Trabzon’a intikal ederdi.
Ellerindeki ürünleri paraya çevirmek için bir kış dönemine ihtiyaç duyulur,
tekrar Erzurum’a ilkbaharda dönerlerdi. Bu arada yolda kendileri veya
hayvanları kaza veya bir şekilde hizmet dışı kalırsa, yol üzerinde ki hanlarda
ilkbahara kadar mecburi dinlenir veya yol yakınsa geri dönerler. Hayvanlarını
ise seyiplerler, yani bulundukları yere gelişi güzel bırakırlardı.
Böyle bir
ticari yolculukta yüklerini değil kendilerini bile zor taşıyabilecek durumda
takati olmayan bir Deve ve bir Eşeği azat ederler. Kendilerine gelirse gelir
yoksa büyük ihtimalle kurda kuşa yem
olsun niyetiyle gözden çıkarırlar.
Kervanın
Trabzon’a hareketi ile dönüşü arasında aylar geçtiği için bizim azat edilen
Deve ile Eşek bu zaman zarfında iyice semirir ve eskisinden çok daha
güçlenir. İlkbaharda kervan aynı yol üzeri Erzurum’a dönüş
yaparken bir koyakta otlayan Deve ile Eşek tarafından görülür. Hemcinslerinin
bu sefer başka yük altında zorlanarak yol aldıklarını hesaba katmayan Eşek;
“Deve kardeş
anırasım geldi” der. Devenin “Yapma eşek kardeş, bak ne güzel özgürce günümüzü
gün ediyoruz. Bu hayat bizim için bir nimet. Şimdi sen anırırsan bizi azat eden
sahibimiz görür ve iyileştiğimiz için tekrar yük altına alır, yapma etme
yalvarıyorum sana gibi bin bir dil dökerek Eşeğin anırmamasını ister. Ama Eşek
bu; illa eşeklik yapacak ya ‘anıracağımda anıracağım’ der ve anırır.
Deve ve Eşek
fark edildiği için kervan durur tekrar yük altına alınırlar. Bir müddet böyle
yol alınır, derken eşeğin ayağı taş arasına sıkıştığı için kırılır. Bırakın
yükü, kendini taşıyacak mecali dahi olmadığı halde sahibinin gözüne güzel
göründüğü için azat edilmeye kıyılmaz. Yükünü devenin yüküne kendisi de
yüklerin üstüne konur.
Deve kendi yükü
yetmiyormuş gibi birde Eşeği yükleriyle beraber taşımak durumunda kalır. Ta ki
alt tarafı uçurum olan Zigana dağlarında bir bölgeye gelene kadar. Deve çok
büyük sıkıntı yaşar. İşte tam oraya gelince Deve;
“Eşek kardeş oynayasım
geldi” der. Eşek bir bakar ki alt taraf uçurum;
Bu seferde bin bir dil dökme sırası Eşekte... Deveyi bu eyleminden vazgeçirmek
istese de Deve; “oynayacağım da oynayacağım” der. Ve başlar oynamaya… Deve
olayı ucuz atlatır ama Eşek uçurumun dibine çok parçalı halde düşer”.
Müfettiş
heyeti ve Ermeni liderleri İbrahim Efendinin son sözünü söylemeden meramını
iyice anlamış olurlar. Onun müfettişlere dönerek; “Bu arkadaşlara tavsiyem,
Develeri oynatmasınlar” der.
İbrahim
Efendinin anlattığı bu olaydan ders çıkarılmadığı için Ermeniler, Devenin
oynaması için mütemadiyen ellerinde ne geliyorsa yaparak sürekli tahrik unsuru olurlar.
Nitekim; Merkezi
hükümetten o günün Erzurum’undaki askeri birlik üst kumandanına Talat Paşa
imzalı gelen bir emirname ile; “Yetti artık, Develer oynasın” talimatı verilir.
Bu hikayeyi
1994 yılında K.Maraş mebusu olarak
mecliste bulunan Saffet Topaktaş, kendiside vekil olan Şeyh Sait in torunu Abdülmelik Fırat’a anlatır.
Söze; “İki tarafın aydınları olarak bin yıl
beraber olduğumuz bu topraklarda aydın sorumluluğu taşımalıyız ve Deveyi oynatmamalıyız”
diye başlayınca Abdulmelik Fırat kısa
bir süre sükut kaldıktan sonra “Bizi eşek ettin” sözü usulce dilinden dökülür.
Ve yine usulce oradan uzaklaşır.
Bir partinin
Diyarbakır il başkanının tüyler ürperten, meydan okuma gibi ağır ithamları
karşısında “İbrahim Efendi’nin Ermeni ayrılıkçılarına söylediği hikayesini biz
Kürt ayrılıkçılarına hatırlatmayı insanlık adına vazife bildik, o kadar. Gerisi kendilerinin bileceği iştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder