7 Aralık 2015 Pazartesi

TOMURCUĞUN KADERİ, SIDDIK DEMİR

TOMURCUĞUN KADERİ
SIDDIK DEMİR
Kahramanımız yolculuğa çıkmadan önce vakit öldürmek bahanesiyle gezinirken;
Orta yaşlarında bir kadınla biraz daha geçkin bir adam arasında üç-dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice dövüldüğüne şahit olur. Öyle ki, çocuğun ağzı burnu kan revan içerisin de, üstü başı vura vura yırtılmış, çürümüş, sel sümük birbirine karışmış, adeta futbol topuymuş gibi, adam vuruyor kadının uçağına, kadın vuruyor adamın kucağına düşüyor çocuk. Bu da yetmiyormuş gibi bir de söz ile çocuğun psikolojisini allak bulak ediyorlar.
Kahramanımız çok geçmeden bu çocuğun, o iki yetişkinin evladı olduğunu anlıyor. Yüreği ağzına geliyor. “Aman Allah’ım diyor, bir çocuk, bir masum yavru, iyiyi kötüyü seçemeyecek yaşta bir sübyan, neden bu kadar zulüm! Bırakın vurmayı, vicdansız insanlar! Verin çocuğu bana” deyip çocuğu kapıyor ve devam ediyor; "Siz Allah’tan da mı korkmazsınız, öldürecek misiniz bu yavruyu" deyince aldığı cevap karşısında adeta dünyası başına yıkılıyor.
"Evet; öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı. Neden böyle davrandığımızı bir güzel anlatayım da sen de bize hak ver” diyor adam ve devam ediyor; “Bak beyim, sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun. Herhalde Devlet memurusun. O kadar insan yanımızdan
gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi bir canavarım”.
-Almışlı yıllarda Almanya'ya gittim. Gurbete giderken evliydim. Çocuklarımı görmeye sık sık gelemiyordum. Eşimin ölümüyle yetmiş senesinde memlekete geldim. İki-üç tane çocuğum öksüz kaldı. O dönem Almanya'ya gitmek büyük bir ayrıcalıktı. Memlekette eş-dost bu Almancı, bunda para bol deyip rahmetlinin üzerinde az bir zaman geçmesine rağmen güzel ve oldukça genç bir kızla beni tekrar baş göz ettiler. Dolayısıyla ikinci eşimle kısa bir beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin yolunu tutmak zorunda kaldım. Uzun müddet memlekete gelemedim.  Aradan sekiz-on yıl geçtikten sonra ancak dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç-dört yaşlarında bir çocuk var. Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, ama bu çocuk senin diyorlar. Ben hesap ediyorum sekiz-on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk üç-dört değil de sekiz-on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve; ya öleceksin ya da ikrar edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti. Kahramanımıza dönerek; "Hemen aklına bir başkasıyla gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri değil mi beyim. Ah keşke öyle olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin karşısında çok şereflidir. Neler vermezdim düşündüğün gibi olsaydı." Derin bir nefes alıp şöyle arkaya doğru yaslanarak;
-“Evet sıkı dur beyim sıkı dur, beni kahreden ölüp ölüp dirilten gerçek şu; Gurbete giderken, yeni anasının yanında bıraktığım, bu gün on sekiz-yirmi yaşlarında olan oğlumla... Bu  velet olmuştur. Şimdi bu çocuk nedir, kimdir, nesebi, kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü yıkımı nasıl izah edilir, anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz olacaktır. Ama onu da yapamıyoruz. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı bilemiyoruz. Böyle bir olayı Allah kimsenin başına vermesin. Ölmeden önce ölmek, hatta binlerce defe ölmek böyle bir şey olsa gerek. Bir çözüm yolu da yok veya varsa da inan ki beyim benim aklıma gelmiyor. Gök kubbe bana zindan oldu, sence ne yapmam lazım, lütfen bana bir akıl ver,” gibi yakınmalar hemen kahramanımız da zekice çağrışımlara sebep olur.     
Kahramanımız herhangi bir Bakanlıkta Müdürlük görevi ifa etmektedir. Görevi gereği geniş halk kesimleriyle temasta olduğu için onların da bazı dertlerine vakıf olma gibi durumları olmaktadır. ‘Hasta olan kişinin doktor ayağına gelirmiş derler’ ya tevafuktur aynen öyle bir durum; Aydınlık evler de bir cami imamı, çok önceleri,  evlatlık çocuk arandığını söylemişti kendisine. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama hiç mi hiç mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebe çağrışım yapar.
Emin ve vakur bir şekilde; "Öldüreceğinize verin bana bu çocuğu vicdansız herifler" diyerek çocuğu kaptığı gibi oradan uzaklaştığı bir olur.                              
Bir taksiye atlayarak çocukla beraber  evine gelir. İlk işi Gökova da ki çocuklarını arayarak iki-üç gün sonra döneceğini bildirir ve ister ki çocuğu rahat edebileceği yeni evine yerleştirsin. Önce banyo yaptırmak aklına düşer. Bu amaçla çocuğu hazırlamak için elbiselerini çıkarır. Bir de ne görsün, aman Allah’ım yavrucağın vücuduna dünya fiziki haritası çizilmiş. Vücudunun her tarafı çürümüş. Memlekette anasının yapmış olduğu turşu içinde ki domates veya salatalık gibi adeta iğne ile delik deşik edilmiş haline, sevgiye tutkun bir insan kalbi ile gözyaşları içerisinde hüngür hüngür ağlayarak şahit olur.
Gerekli tedbiri aldıktan sonra yavrucağın karnını doyurur ve bir müddet sonra rahatlayan çocuk kendinden geçerek uyur. Kendisi de şöyle bir balkona çıkarak, o efkarlı hal için de masasını kurar ve kendi deyimiyle bir güzel demlenir.
O gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin yardımıyla tez elden bulur.  Hikâyesini anlatır. Karşılıklı sözler verilerek çocuğu teslim eder. Bilahare akşama doğru arabasına binerek tekrar Gökova ya doğru yola koyulur.
Aradan tam yirmi beş yıl geçmiştir.  Hikâyesini dinledim. Çok manidar ve çok ilginç buldum.  Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan ailesi, gazete ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış, şimdi ise umutlarını kestikleri zannediliyor. Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu an da umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve mutluluk getiren bu çocuk bayağı olgun yaşlarda evli  ve üç  çocuğu olan bir aile reisidir. Çok güzel bir eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel okullarda, liseyi Ankara TED Kolejinde, Üniversiteyi de Bilkent’de tamamlayarak hayata büyük bir iş adamı olarak atılmıştır.
Şu feleğin işine bak derler ya: Nerden nereye... Bir insanın bir âlem olduğunu, bu âlemin de ne kadar zikzakları olduğunu yaşayıp görüyor insan. Yaratılışta ki aşk  ve  merhamet anlayışını  fıtratına uygun bir ölçüyle ortaya koyan kahramanımız bu  örnek davranışıyla kendine  yakışır, duyarlı  insanlar arasında çoktan yerini alır.
Burada her kişinin değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor.
“Kim bu insan, bu gün bağlantın var mı, seni ziyarete geliyor mu, diye peş peşe sorsam da , yine verdiği cevap kaçamakça olur.... Sözüm var söyleyemem, der ve ekler;        
-Ben doğduysam isteğimle değil, istemediğim bir hayat kucağına almış beni yaşatıyorsa, bu hiç de doğru değil. İnsansam ben, yaşamak hakkımsa, tabiat kuralları insanlar için eşitse, var olmak, yok olmak kadar doğalsa neden yaşamak hakkım değil.
-Kavgayı, bir ağacın yaprağına yazmak isterdim. Sonbahar gelince yaprak kurusun diye.       
-Öfkeyi bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok olsun diye…                   
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,..
-Ve dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla büyüsün dünyayı sarsın diye…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder