TOMURCUĞUN KADERİ
SIDDIK DEMİR
Kahramanımız
yolculuğa çıkmadan önce vakit öldürmek bahanesiyle gezinirken;
Orta yaşlarında bir kadınla biraz daha
geçkin bir adam arasında üç-dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice
dövüldüğüne şahit olur. Öyle ki, çocuğun ağzı burnu kan revan içerisin de, üstü
başı vura vura yırtılmış, çürümüş, sel sümük birbirine karışmış, adeta futbol
topuymuş gibi, adam vuruyor kadının uçağına, kadın vuruyor adamın kucağına
düşüyor çocuk. Bu da yetmiyormuş gibi bir de söz ile çocuğun psikolojisini
allak bulak ediyorlar.
Kahramanımız
çok geçmeden bu çocuğun, o iki yetişkinin evladı olduğunu anlıyor. Yüreği
ağzına geliyor. “Aman Allah’ım diyor, bir çocuk, bir masum yavru, iyiyi kötüyü
seçemeyecek yaşta bir sübyan, neden bu kadar zulüm! Bırakın vurmayı, vicdansız insanlar!
Verin çocuğu bana” deyip çocuğu kapıyor ve devam ediyor; "Siz Allah’tan da
mı korkmazsınız, öldürecek misiniz bu yavruyu" deyince aldığı cevap
karşısında adeta dünyası başına yıkılıyor.
"Evet;
öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı. Neden böyle davrandığımızı bir
güzel anlatayım da sen de bize hak ver” diyor adam ve devam ediyor; “Bak beyim,
sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun. Herhalde Devlet memurusun. O kadar
insan yanımızdan
gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi bir canavarım”.
gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi bir canavarım”.
-Almışlı
yıllarda Almanya'ya gittim. Gurbete giderken evliydim. Çocuklarımı görmeye sık
sık gelemiyordum. Eşimin ölümüyle yetmiş senesinde memlekete geldim. İki-üç
tane çocuğum öksüz kaldı. O dönem Almanya'ya gitmek büyük bir ayrıcalıktı.
Memlekette eş-dost bu Almancı, bunda para bol deyip rahmetlinin üzerinde az bir
zaman geçmesine rağmen güzel ve oldukça genç bir kızla beni tekrar baş göz ettiler.
Dolayısıyla ikinci eşimle kısa bir beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin
yolunu tutmak zorunda kaldım. Uzun müddet memlekete gelemedim. Aradan sekiz-on yıl geçtikten sonra ancak
dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç-dört yaşlarında bir çocuk var.
Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, ama bu çocuk senin
diyorlar. Ben hesap ediyorum sekiz-on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk
üç-dört değil de sekiz-on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah
buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve; ya öleceksin ya da
ikrar edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti. Kahramanımıza dönerek;
"Hemen aklına bir başkasıyla gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri
değil mi beyim. Ah keşke öyle olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin
karşısında çok şereflidir. Neler vermezdim düşündüğün gibi olsaydı." Derin
bir nefes alıp şöyle arkaya doğru yaslanarak;
-“Evet
sıkı dur beyim sıkı dur, beni kahreden ölüp ölüp dirilten gerçek şu; Gurbete
giderken, yeni anasının yanında bıraktığım, bu gün on sekiz-yirmi yaşlarında
olan oğlumla... Bu velet olmuştur. Şimdi
bu çocuk nedir, kimdir, nesebi, kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü
yıkımı nasıl izah edilir, anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz
olacaktır. Ama onu da yapamıyoruz. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı
bilemiyoruz. Böyle bir olayı Allah kimsenin başına vermesin. Ölmeden önce
ölmek, hatta binlerce defe ölmek böyle bir şey olsa gerek. Bir çözüm yolu da
yok veya varsa da inan ki beyim benim aklıma gelmiyor. Gök kubbe bana zindan
oldu, sence ne yapmam lazım, lütfen bana bir akıl ver,” gibi yakınmalar hemen kahramanımız
da zekice çağrışımlara sebep olur.
Kahramanımız
herhangi bir Bakanlıkta Müdürlük görevi ifa etmektedir. Görevi gereği geniş
halk kesimleriyle temasta olduğu için onların da bazı dertlerine vakıf olma
gibi durumları olmaktadır. ‘Hasta olan kişinin doktor ayağına gelirmiş derler’
ya tevafuktur aynen öyle bir durum; Aydınlık evler de bir cami imamı, çok
önceleri, evlatlık çocuk arandığını
söylemişti kendisine. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama hiç mi hiç
mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebe çağrışım yapar.
Emin
ve vakur bir şekilde; "Öldüreceğinize verin bana bu çocuğu vicdansız
herifler" diyerek çocuğu kaptığı gibi oradan uzaklaştığı bir olur.
Bir
taksiye atlayarak çocukla beraber evine
gelir. İlk işi Gökova da ki çocuklarını arayarak iki-üç gün sonra döneceğini
bildirir ve ister ki çocuğu rahat edebileceği yeni evine yerleştirsin. Önce
banyo yaptırmak aklına düşer. Bu amaçla çocuğu hazırlamak için elbiselerini
çıkarır. Bir de ne görsün, aman Allah’ım yavrucağın vücuduna dünya fiziki
haritası çizilmiş. Vücudunun her tarafı çürümüş. Memlekette anasının yapmış
olduğu turşu içinde ki domates veya salatalık gibi adeta iğne ile delik deşik
edilmiş haline, sevgiye tutkun bir insan kalbi ile gözyaşları içerisinde hüngür
hüngür ağlayarak şahit olur.
Gerekli
tedbiri aldıktan sonra yavrucağın karnını doyurur ve bir müddet sonra
rahatlayan çocuk kendinden geçerek uyur. Kendisi de şöyle bir balkona çıkarak,
o efkarlı hal için de masasını kurar ve kendi deyimiyle bir güzel demlenir.
O
gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin yardımıyla tez elden
bulur. Hikâyesini anlatır. Karşılıklı
sözler verilerek çocuğu teslim eder. Bilahare akşama doğru arabasına binerek
tekrar Gökova ya doğru yola koyulur.
Aradan
tam yirmi beş yıl geçmiştir. Hikâyesini
dinledim. Çok manidar ve çok ilginç buldum. Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan
ailesi, gazete ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış, şimdi ise umutlarını kestikleri
zannediliyor. Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu
an da umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve mutluluk getiren bu çocuk
bayağı olgun yaşlarda evli ve üç çocuğu olan bir aile reisidir. Çok güzel bir
eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel okullarda, liseyi Ankara TED
Kolejinde, Üniversiteyi de Bilkent’de tamamlayarak hayata büyük bir iş adamı
olarak atılmıştır.
Şu
feleğin işine bak derler ya: Nerden nereye... Bir insanın bir âlem olduğunu, bu
âlemin de ne kadar zikzakları olduğunu yaşayıp görüyor insan. Yaratılışta ki
aşk ve merhamet anlayışını fıtratına uygun bir ölçüyle ortaya koyan kahramanımız
bu örnek davranışıyla kendine yakışır, duyarlı insanlar arasında çoktan yerini alır.
Burada
her kişinin değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor.
“Kim
bu insan, bu gün bağlantın var mı, seni ziyarete geliyor mu, diye peş peşe
sorsam da , yine verdiği cevap kaçamakça olur.... Sözüm var söyleyemem, der ve
ekler;
-Ben
doğduysam isteğimle değil, istemediğim bir hayat kucağına almış beni
yaşatıyorsa, bu hiç de doğru değil. İnsansam ben, yaşamak hakkımsa, tabiat
kuralları insanlar için eşitse, var olmak, yok olmak kadar doğalsa neden yaşamak
hakkım değil.
-Kavgayı,
bir ağacın yaprağına yazmak isterdim. Sonbahar gelince yaprak kurusun diye.
-Öfkeyi
bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok olsun diye…
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,..
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,..
-Ve
dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla
büyüsün dünyayı sarsın diye…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder