7 Aralık 2015 Pazartesi

DEMİRCİ HALİL - Sıddık DEMİR

DEMİRCİ HALİL
                                  Sıddık DEMİR
           Erzurum’un merkezine bağlı bir kasabada yaklaşık yüze yakın çeşitli rütbede askerlerden oluşan bir karakol. Şuna askeri bir birlikte diyebiliriz. Karakol komutanı  Kahramanmaraş - Elbistan nüfusuna kayıtlı genç yaşta biri. Birliğine kısa dönem askerlik görevini ifa etmek için  Afşin - Dağlıca’lı inşaat mühendisi Emre Gülbey adında bir asker gelir. Bir aylık olan acemi birliğinde eğitimden geçtikten sonra  geri kalan dört aylık mecburi hizmeti için bu kasabadaki birliğe gelen Gülbey ;
            Hemşericiliğin yanında ılımlı, uyumlu görgülü bir kişilik yansıttığı için komutanının gözüne çoktan girmiştir bile. Resmi görevinin dışında, arkadaştan da öte, aynı toprağın insanları olması, ayrı bir ilişkiler yumağının gelişmesine neden olur. Gülbey burada geçirmesi gereken zamanın en güzel bir şekilde geçtiğini daha sonraki hayatında sıtayişle bahsedecektir hep. Bir gün;
            Komutanının babası oğlunu ziyaret için Erzurum da ki birliğe kadar gelir. Oğlunun makam odasına geldiğinde Gülbey’le tanışır. Adamcağız olgun yaşta,  görmüş geçirmiş biri. Elbistan - Afşin ovasında ki her dağın, her tepenin hatıralarıyla beraber, tarihe mal olmuş kişilerinin, durumlarının farkında olarak yaşamışa benzer görünmektedir.
            Oğlunun dışında aynı toprağın bir neferi ile diyarı gurbette karşılaşması, derinine sohbet etmesine vesile olur. “Evladım hangi köydensin” sorusuna “Maravuz’luyum amca” cevabını alması üzerine adamcağız “Senin yaşın küçük, biz biliriz, o köyde bir Demirci Halil adında yiğit, misafirperver, gölgesine sığınılır, çevresinde ki alimlere oldukça düşkün, geleni gideni, yiyeni içeni hat safhada bir muhterem zat vardı. Ben küçüktüm ama babamla olan birtakım hatıraları nakledilirdi bizim evlerde. Böyle birini hiç duydun mu?” dediği vakit Gülbey; amcacığım bahsettiğin kişiyi fiziki olarak tanımam. Ben doğmadan çok önceleri rahmeti rahmana kavuşmuş. Ancak şunu hemen ifade edeyim; Demirci Halil dediğiniz zat benim dedemdir. Bize köyde Demirciler derler. Benim soyadım da Demir’dir. Şu anda inanılmaz bir duygunun içine ittin beni. Evet, bende babamdan işittiğim kadarıyla bölgemizin kültürüne yabancı değilim. İstersen gerek Dedemle ilgili gerekse diğer güzelliklerimizle ilgili sohbet edebiliriz.
            Adamın gözleri parlar. Yüzünde ki olumlu ifade ile ağzının silüetine yayılması uzun müddet devam eder.
            - Bahtiyar olurum evladım diyerek kendi kendine; “şu Allah’ın işine bak, oğlumu ziyarete geldiğim vakitlerde ayaküstü uğrar hemen dönerdim. Ama şu an itibariyle bende hep hayranlık uyandıran koç gibi bir adamın torunu ile sohbet etmek elzem oldu” diyerek ayaküstü olan bu tanışma faslını bırakarak kendine gösterilen koltuğa yayılır.
            “Gülbey evladım, bir baba olarak komutanının adına inisiyatif kullanmak yapmış olduğum iş değildi. Ancak yarın Elbistan’a döneceğim. Onun için sen şu işlerini bir kenara bırak da şöyle karşıma otur lütfen,  sohbet etmek isterim. Eğer bir mahsuru yoksa evladım” diyerek Gülbey’in de karşısına oturmasını sağlar. Bu konuşmalara şahit olan Komutan oğul; “Ne demek babacığım, siz sohbetinize devam edin. Kimse sizi rahatsız etmez. Güya beni görmeye geldin ama iki laf edemedik. Anlaşılan toprağın hatıraları seni aldı götürdü. Ben geç geleceğini evdekilere bildiririm. Sen müsterih ol babacığım”. diyerek makamının dışına çıkarken, “her on dakikada bir çaylarını ihmal etmeyesin” diye nöbetçi askeri uyararak başka işlerine döner. Baş başa kalırlar.
            Gülbey; sohbete bir yerden başlanması gerektiğinin farkında olarak, sükûtunu bozmadan Adam; “seni dinliyorum evladım. İşe ailenizden başlayabilirsin” uyarısıyla Gülbey bildiği kadarıyla anlatmaya başlar.
            -  Bizim sülalemizin nihai dayandığı yer İran Horosan’ı imiş. Öyle söyler babam. Söyleyeceklerimi babamdan duyduğum kadarıyla nakledeceğim. Bu anlamda benim özel bir araştırmam yok. Büyük büyük dedemiz Kara Memet, Kayseri-Pınarbaşı’nda kısa bir süre ikametten sonra  bugün bildiğiniz Afşin’in Maravuz köyüne yerleşir. Malumunuz sonradan köyümüzün adı ‘Daglıca’ olarak değiştirilmiştir. Kara Memet Dede elinden ve dilinden maharetli olduğu için kısa sürede köyün Demircisi olur. Kendinden sonra bu mesleği oğlu Mustafa devam ettirir. Böylece sülalenin adı ‘Demirciler’ olarak bilinir. İşte sizin adını duyduğunuz Demirci Halil, Mustafa Dedenin dört oğlundan ikincisidir. Ağabeyi Memet Yemen’de askerlik yaparken şehit düşer. Adı küçük kardeşe verilir ki ismi yaşasın diye. Halil Dedemizin iki tane de kız kardeşi vardır. Sarızın Büyük Söbeçimen köyünde dayıları vardır. Baba ve ana tarafları Avşar Türkmenlerindendir.
            Halil Dede ile ilgili birbiriyle bağlı olmayan bazı anekdotlar aktarmak isterim. Kendisi uzun dönem muhtarlıkta yapmıştır. Döneminde köyün Aksaçlıları diyebileceğimiz Kalenderler kabilesinden Haşim Ağa, Kasımlardan Mustafa, Keşirlik denilen bölgede Karapalta, Öksüzlerden Kel Bayram, Yakuplardan Kör Omarın Memet, Hoca Derviş, Velikalerde Ali Çavuş, Köselerde Ali Kağ, Topaktaş mezrasında Abidin, Dervişler kabilesinde Bekir, Kırlarda Feramiz başta olmak üzere, ileri gelenler nezdinde Demirci Halil’in ve Haşim Ağan’ın yerleri bir başkaymış.
            Demirci’nin meclisinde, zaman zaman köy dışında, yani Elbistan- Afşin - Sarız yöresinden seçkin insanlarda bulunurmuş. Bunlardan Afşin’de Menzoğlu Ahmet adında yörenin en büyün alimlerinden biriyle, Sarızlı Bakı Hoca namıyla tanınan büyük bir zat, sık sık uğrayarak uzun süre sohbet ederlermiş. O dönem için iki türlü geçim şekli varmış. Biri tarım yani çiftçilik, diğeri ise zenaatmış. Dedemin babası Mustafa, Demirci olduğu için ölünce tezgâhın başına Halil Dede, büyük oğul statüsüyle geçmiş. Zenaat sahibi olmak önemli bir maharet olduğu için, zenaatı olanlar, icra etikleri müddetçe o günün şartlarında geçimi en iyi olanlardanmış. Sürekli ihtiyaç duyulan bir meslek mensubu oldukları için köyün hali vakti yerinde olanların ilk sırasına giriyorlarmış. Halil Deden’inde bunca masrafları ancak öyle karşılanırdı herhalde. Hani derler ya “sefaletten asalet olmaz” bu laf çok doğrudur. Geleni gideni, yiyeni içeni ağırlayıp memnun edemezsen, kuru gürültüyle işler yürür mü?. Bu kadar sevilip sayılabilir ve sözün kanun gibi geçerli olur mu?.
            Mesela; köylüsünde biri, sizin Elbistan’da bir esnafı dolandırır. Esnaf bir türlü bu zata ulaşamaz. Sonunda dükkânını kapatarak bu adamın köyü olan Dedemin köyüne gelir. Mağduriyetini, gördüğü, karşılaştığı her köylüye anlatarak borcu olan kişiye ulaşmak ister. Adamı bulamaz, çünkü adam haberdar edildiği için sürekli yer değiştirir. Derler ki; “bu böyle olmaz Demirci Halile git derdini ona anlat”.
            üyük bir çaresizlikle Demirci’nin huzuruna çıkar ve derdini anlatır. Kaç lira borcunun olduğunu öğrenen Demirci, elini cebine atarak adamın alacağı olan parayı öder ve der ki; “Sen benim misafirimsin. Bir densiz sana yanlış yapmış. Bu köylüm adına senden özür diliyorum ve borcu olan alacağını ödedim. Var git kardeşim. Birazdan bu sahtekâr köylüme haber salacağım. Görelim bakalım borcunu nasıl ödemez” diyerek adamı yolcu eder.
            -Sonra parayı alabilmiş mi sorusuna Gülbey; Ne demek amca, bir gün sonra o adamın kendisinin içinde olmadığı aile efratlarından bir grup, özür yazırla huzura gelerek ödemeyi yaparlar. Esas borç sahibi malum kişi ise Demirci’nin meclisine bir daha uğrayamaz.
            Halil Dedemin üç hanımı varmış. İlk hanımı Kalenderlerden Sivri Bekir’in kızıymış. Demirci Dede bu kızı kaçırarak evlenmiş. Büyük çocukları bu hanımdan olup Kalenderlerin yeğenleri oluyorlar. O zaman babası Mustafa Dede hayatta olup bayağı zenginmiş. Kalenderler sayısal anlamda büyük bir kabile olduğundan Dedemin birkaç sürüsünü kendi kapılarına çekerler. O zaman itibariyle bir sürü en az 150-200 arası koyun- keçiden oluşurmuş. Başlık parası olarak buna göz yumulmuş ve sulh olunmuş. Bu evlilikle Halil Dede kendisini daha güçlü hissedermiş.
            Akabinde Kırmızı Hüsne adıyla bilinen köyün en güzel hanımı ikinci karısı olmuş.
            Kırmızı Hüsne’nin hikâyesi çok daha vahimdir. Kendisi Öksüzler denen kabilede gelindir. Kel Bayram adıyla maruf ileri gelenlerden bir zatın ağabeyi ile evlidir. Kırmızı Hüsne yaşı on sekiz olmadan üç kız çocuk anası olur. Beyi de askerlik çağında genç bir delikanlı. O dönem evlilik yaşı çok küçük olduğu için bu durum günümüzde yadırganabilir. Kırmızı Hüsne Ebemizin kocası üç çocuğunu geride bırakarak askere gider. Mecburi hizmet, vatani görev, şu an bizim yaptığımız gibi. Dönem imparatorluğun sonlarıdır. O zaman Devletimiz yedi düvele karşı en az yedi yerde savaşmaktadır. Bizim askerinde nereye gittiği belirsiz. Aradan tam beş yıl geçer.    Kırmızı Hüsne, kapısına dayanan postacı askerin verdiği haberle kocasının Yemen’de şehit olduğunu öğrenir. Kısa bir süre sonra Kırmızı Hüsne Ebemiz töre gereği dışa çıkmadan Şehidin küçük kardeşi Ahmet’le nikahı kıyılır. Dönem çok çalkantılı dönemdir. Gençleri bir milletin kaderini değiştirmek için tapır tapır düşerken, zevki sefa içinde sıcak yataklarında uyanmak zül gelir ya insana,  işte böyle bir haleti ruhiye içinde Ahmet’de askere alınır. Maravuz dağlık bir köy olduğu için isteseler gitmeyebilirlermiş. Asker kaçağı olarak savaş sonrasına kadar beyhude yaşama imkanları varmış. Ama gönüllülük, topraklarına ‘Yad’ ayağı bastırmamak bugünde dünde bir kültür, bir inançtır be amca. Bir sene sonra yine Kırmızı Hüsne Ebenin kapısı askerlerce çalınır. “Kocanız Ahmet Dersim’de şehit düştü” haberi verilir. 
            Oğlan mı kız mı? Hakkında bir bilgisi olmadan hamile karısını bırakıp askere giden Ahmet’den de bir kız çocuğu olmuştur Kırmızı Hüsne’nin. Böylece yaşı yirmi olmadan dört kız çocukla yine dul kalan Hüsne Ebemiz tam oniki yıl çocuklarını büyütmekle meşgul olur. Ardı ardına iki kocayı da şehit veren bir kadını, bir anneyi, babasız kaderi kucaklamaya hazırlanan dört kız çocuğunu ve aynı ocaktan yani iki kardeşin ayni gayeyle şahadetini bir düşünün. Bir eşin, bir ailenin, bilumum yokluklar içinde hayat mücadelesine hazırlanan çocukların, sevgisiz, şefkatsiz büyüyeceği bir aile ortamı… Allah Hüsne ebeye yardım etsin.   Çok çocuklu olmasına rağmen isteyenide çok olur. Hani derler ya ‘yıllanmış şarap gibi’ kendi güzelliğinin farkında ve yaşı otuz beş bile olmamış.
            Onun gönlü “olursa Demirci Halil yoksa hiç kimseyle mümkün atı yok” dermiş. Ve nitekim Demirci Halil’in ikinci hanımı oluvermiş. Bahtsız Güzelana, kadersiz Güzelana… Ölünceye kadar bu evlilikle biraz güngörmüş. Kendisinin çok güzel olması dolayısıyla çocukları ve torunları hep Güzelana dermiş. Kızlarını Demirci’nin yanında iken gelin etmiş. Hatta büyük kızı Şerife’yi Demircinin en küçük kardeşi Kürdo lakaplı Memet ile evlendirmiş. Yemen’de şehit olan Memed’in adını olan Memet.
            Üçüncü hanımı da son dönemlerinde hizmetinde bulunmak kaydıyla alelade birisiyle olur. Geri kalan ömrünü bu hanımla geçirir. Mezarı Osmaniye’dedir.
             “ Gülbey evladım hele şu çaylarımızı soğutmadan bir içelim” uyarısıyla Gülbey’de ardına yaslanarak sohbetine ara verir. Bir müddet sonra;
            “Evet evladım çaylarımızıda içtik. Derler ya; zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun. Keşke biletimi almamış olsaydım. Çünkü seni mütemadiyen konuşturduğumun farkındayım. Ne olur kusura bakma. Şunu da merak ediyorum, Demirci Halil’in ailesi ile ilişkileri nasıldı? Kendinden sonra yerini tutabilecek evladı veya torunu var mı, veya olacak mı”?
            Amca benim söylediklerim sizde bir kanaat oluşturmuşa benziyor. Şu anlatacaklarım belki rahatsızlık yaratabilir bizim aile meclisinde konuşsam. Sizin karşınızda ise ıkınmama veya sıkılmama gerek yok. Şunu ifade etmek isterim. Ne yazık ki Demirci dedemin yerini doldurabilecek bir evladı veya kardeş çocukları olmamıştır. Evlatlarının bugünkü halini imkân olsa da kendine gösterme fırsatımız olsa pek memnun kalmazdı herhalde. Demek ki olmazsa olmuyor. İlla ki âlim babadan âlim evlat olacak değilmiş.  İnsanın kemiklerini sızlatan evlat da oluyormuş çoğu vakit. Hani günümüzde çiftçilerimizi ilgilendiren bir durum var. İthal domates tohumunu ilk ekmede çok mahsul alırsın. Bu mahsulun ürününde elde ettiğin tohumdan da çıkla zarar edersin.  Genetiğiyle oynanmış olduğu için  ikinci dönem mahsulde hep dışa bağımlısın. Bu tohumlar genelde israil’de ithal edilen tohumlardır ve ikinci ürün olmaz. Yani ikinci kuşak melezleşmiş de ondandır. Ama yes’e düşmek haramdır dinimizde. Zalim olandan da alim zatlar beklemek mümkün. Göl dibinde su eksik olmaz derler ya, Halil Dedenin sülmünden, torunlarından böyle büyük adam çıkar mı, zamanla göreceğiz.
            Kardeşi Kürdo Memet’in damarından bu boşluğun doldurulduğu söyleniyor. Bu anlamda adam gibi adam olanda var elhamdülillah.
            Halil Dedenin küçük kardeşi Kürdo Memet yemende şehit düşen kardeşinin adını taşır. O da demircidir. Babası rahmetli olduğu zaman köyün ikinci bir demirciye ihtiyacı olmadığından kardeşi Memet, Gürünün Camılıyurt köyünde mesleğini icra etmek için o köye yerleşir. Bu köy Kürt köyüdür. Kürtler Demirci Memet’i çok sevdiği için ‘Kürdo’ lakabını verirler. Böylece Kürdo Memet ölünceye kadar, öldükten sonra da lakabıyla anılır. Mezarı Tanır köyündedir. Kendisi Halil ağabeyine göre daha zayıf bir pozisyonda olup çocukları da onu aşamamışlardır.
             “Evet yine çay molası evladım” uyarısıyla çaylar içildikten sonra Gülbey devam eder;
            - Yurt dışına işçi göndermek için ilçe Kaymakamının köyler arasında taraf tutması üzerine itirazını yüksek perdede ilgililere duyuran Demirci dede tesadüf olacak ya Kaymakamın tayininin çıkmasına sebep olur. O dönemde Devletlünün kılıcının sağı da solu da keskin olduğu, insanların onların her dediklerini emir kabul ederek yerine getirdiği, yani itaat kültürünün zirvede olduğunu düşünecek olursak, Halil Dedenin böyle bir şeye vesile olması inanılır gibi değil. Nice sonraları Maraş’a Vali olarak atanan bu Kaymakam, ilçeleri teftişi sırasında Afşin Maravuz köyü arasında, Kuruhan denilen yerde Dedemle karşılaşırlar. Resmi arabanın çıkardığı ses ve toz duman, atıyla Afşin’e giderken, Demirci dedenin atının ürkerek yan tarafta ki tarlaya düşmesine sebep olur. Vali bey Demirci’yi tanır. Makam arabasından inerek yanına, “beni tanıdın mı Demirci, ben Kaymakam iken sürdürdüğün adamım. Şimdi ise Vali olarak Maraş’a geldim” diye öfkeli bir eda ile çıkıştığı söylenir.
            Yine bir defasında İslam âlimi Menzoğlu Ahmet Efendi ve Sarızlı Bakı Hoca’nın da içinde bulunduğu bir kafile ile Afşin’in Örtülü köyünde Kabusoğlu Mustafa isimli bir aşiret reisinin evine misafir olurlar. Ev sahibi hemen ikram için bir koyun kestirir. Örtülü köyü alevi olarak bilinen bir köydür. Bundan dolayıdır ki Kabusoğlu, ıkına sıkına misafirlerine bir soru sormadan edemez. “Alevi birinin kestiği yenmez diye sizde bir kanat var. Eğer  şüphe edenleriniz varsa, bizim kestiğimize önem vermeden sizden biri bir başka koyun keserseniz yemekleri o koyunun etiyle yapalım” deyince Demirci Halil dede;
            “Mustafa ağa önemli bir konuya parmak bastı.  Söylediği gibi düşünen az değil. Bunun doğru olup olmadığını şu an aramızda bulunan Afşin Elbistan ovasının en büyük âlimi olan Menzoğlu’na bu soruyu yönelterek cevabını alalım da işin doğrusu ne imiş öğrenelim” der. Çünkü Demirci Halil, Kabusoğlu’na sık sık uğrayarak nimetinden istifade ettiği, aralarında geçen bu konularla ilgili bozuk, bilinçsiz ve bilgisiz yanlış yapılanmaların marazi olduğunu,  çoğu kez üzülerek gündeme getirdikleri için, birde bu konu hakkında alanında tahsil görmüş bir âlim’den cevabını almak ister.
            Menzoğlu Ahmet;
            “Dinimize bir takım şeyler sonradan uydurularak sokulmuştur. Bu anlayış farkından dolayı karşı taraf için söylenebilenler doğru kabul edilmiştir. Derken dinden olmayan veya dini hiçbir hüküm bulunmayan birtakım bidatlar hayat bulmuştur. Şu anda örneğini burada görmekteyiz. İnsan hadiselerin içinde sürüp giden bir hayatı anlamak ister. Oysa zamanın geçmesi ile müminin kalbinde buna benzer yanlış algılamalarla derin yaralar açılır. Misafiri bulunduğumuz ev sahibi, kestiği bir koyundan yapacağı yemekler hususunda bu hissiyatı şu an için yaşamaktadır. İkram etmek için çırpınıyor ve kendi emeğinin işe yaraması konusunda da tereddütleri var. Zulüm görüyor bir nevi adamcağız. Bunun sebebi de din algısından yenilenmenin yokluğudur. Eğer bir dini hayat kendini yenileyemez, bidatlardan uzaklaşmaz, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise, insanlar ona olan ilgilerini yavaşça kaybedebilir. Hatta bütünü ile yabancılaşabilir. İçinde tek Allah inancı olanların arasındaki bu ve buna benzer yapılanmalar, algılar ve adetlerden bir an önce kurtularak bizi ağırlamak için cansiperane gayret eden şu insan kardeşimize zulüm etmek İslam da yoktur. Vesselam.” diyerek sözünü tamamlar.
            Gülbey kendisini pür dikkat dinleyen muhatabına; “İşte böyle amca, çok konuştum, sıkılmadın inşallah” diyerek devam eder; “Ne iyi etdinde geldin buralara kadar. Böyle bir yerde sizin gibi biriyle, yani bir başkasıyla kendi ailem hakkında sohbet etmek benim için çok büyük bir onurdur. Buna siz vesile oldunuz. Anlıyorum ki altının kıymetini sarrafı bilirmiş. Sizin kumaşınızda sarraf olmalıdır. Aynı kanı taşıyanlardan, aynı dili konuşanlardan ziyade, aynı duyguları, aynı asaletli duruşu sergileyenler, daha çok anlaşır ve birbirlerinin kıymetini daha çok bilirmiş” sözü üzerine;
            “-Evladım Gülbey; şimdi anlıyorum ve bu sohbet sonunda görüyorum ki dedeniz Demirci Halil’in ocağı şahsınızda sönmemiştir. Öyle zannediyorum ki onu da geçeceksin. Bu potansiyel sende var evladım. Seni Allah’a emanet ediyorum. Hakkını helal et yavrum” diyerek toparlanır.    

Hacı Mustafa Yardımedici Hazretleri; Araştırmacı-Yazar, SIDDIK DEMİR

Hacı Mustafa Yardımedici Hazretleri
                SIDDIK DEMİR
        Diyanet İşleri Bakanlığı’nın finansatörlüğünü yaptığı “Sahibini arayan madalya” isimli belgesel mahiyet de arz eden  K.Maraş’ın düşman işgalinde vermiş olduğu mücadeleyi anlatan filimde gerçeğe uygunluğu tartışmasız kabul edilen  “Ali Sezai” rolün de  işlendiği gibi Kadir-i Şeyhi  Ali Sezai  Hz.lerinin iki halifesinden biridir  Mustafa Yardım edici. Diğeri ise bir ömür tek bir bağlısı dışında dervişi olmayan Sofu Ökkeş Efendi’dir.
      Ali Sezai Hz. aynı zamanda  Maraş’da  Ulu Camide kürsü şeyhliği (merkez vaizliği)yapmaktadır.  Ali Sezai Hz.leri, yolunun takipçileri tarafından büyük Şeyh Efendi olarak bilinir.   
     Mustafa Yardım edici Hz. küçük yaşta yetim kalmış, ailesinin üzerine titrediği bir çocuk, genç yaşta dergahla tanışır. Şeyhinin hizmetinde bulunarak zahiri ilimler konusunda kendini yetiştirir. Hocaları hep Maraş eşrafındandır. Fevkalade düzenli ve temiz görünümünü hep muhafaza eder. Onun için ilk dönemlerde arkadaşları kendisine “Süslü veya Apalak Mustafa” diye hitap ederler.
      Manevi olarak mesafe alabilmenin en önemli yolu bir mürşide intisaptan ve o uğurda gayret göstermekten geçeceğinin idraki ile Mustafa Yardım edici bir taraftan ailesinin geçimi için çalışırken, diğer taraftan dergâhta ki yerini önemli hale getirmek için çok çalışır. Bu gayreti Şeyh Ali Sezai Hz. lerinin  gözünden kaçmaz ve çok genç yaşta onda ki kemalatı fark ederek  icazet verir.
      Mustafa Efendi;  Debbağ-dericilik sanatının imalata yönelik olan kösgerlik, mesleği olduğu için, yaptığı ayakkabıları satarak geçimini temin eder. Askerlik dönüşü evlendiği ve çoluk çocuğa karıştığı için köşgerliği ihmal etmeden sekiz erkek bir  kız evlatla, sıradan bir esnaf intibası oluşturarak hayata devam eder.
        Şeyhi Ali Sezai Hz. Hakka yürüdükten sonra posta Sofu Ökkeş Efendi oturur. Mustafa Efendi, o dönemin sıkı takiplerinden -tedbir gereği -sakındığı için eşiyle ve çocuklarının eğitimiyle uğraşır. Yapmış olduğu ayakkabıları civar illere satmaya devam eder.
         Bir gün yine böyle bir ticari kaygı ile Adana’ya varır. İstirahat için konaklama yerine çekilir. İştirak ettiği sabah namazı sonrası cami çıkışında, nurani yüzlü biri önünü keserek “Maraşlı Mustafa Efendi siz misiniz” sualine “Evet” cevabını verince  “Buyurun Sami Efendi sizi bekliyor”denerek Hacı  Sami Hz. lerinin huzuruna çıkarılır.
          Hacı  Sami Efendi (Mekke’de Medfun) onu kapıda büyük bir muhabbetle karşılar. İzzet ikramdan sonra karşılıklı hediyeleşirler, Sami Efendi  Ona Nakşi’den,  o da Sami Efendiye Kadiri tarikinden ders tarif eder. Sami Efendi ile bir ömür oluşacak dostluğunun tanışmışlığın temeli böylece atılmış olur.
Ankara’ya İntikal:
          Efendi Hz.lerinin çocuklarından biri Diyanet teşkilatında memur olduğu için babasını Ankara’ya yanına gelmesi için sürekli sıkıştırır. Ömrünün son demlerinden elim bir tertip gereği talihsiz bir durumla hayatını noktalayan diyanet teşkilatı görevlisi oğul, babasının Ankara’ya hicretinin zahiri sebebidir. Şems’in  Mevlana’nın , İskilipli  İbrahim Etem’in  Mustafa Köksal’ın coğrafyasına kadar zuhur etmelerinin rabbani tasarrufu geniş kitlelerce o dönem için bilinecek değil ya… Zahiri sebepler görünüşte insan hayatında ki sebep sonuç ilişkisini tayin edeceği için ona sarılınır.  Efendi Hz.1953 yılında Ankara’ya ailesiyle birlikte gelir. Kendisi Maraş’ta sanki kamufle edilmiş,  gizlenmiş ,tanınma derecesi zayıf bir kişilikten Ankara’ya intikal etmesiyle tam tersi bir dönüm yaşanır.
             Bu değişikliğe tasavvufi kültürde “uzlet ve halfet” hayatı denir. Uzlet hayatın bırakılarak halfet hayatının yaşandığı Ankara da ismi duyulmaya ve bağlılarının sayısı artmaya başlar.
             Sürekli namaz kıldığı cami imam-hatibi oğlu olduğu için ona oğlum  “Cemaatin içinde Marangoz Galip Efendi adında bir zat var mı?  Ben onu arıyorum bulunca beni haberdar et” diyerek arzusunu bildirir.
          Marangoz Galip Efendi ise; Maneviyatın da emri ilahi gereği büyük Şeyh Ali Sezai Hz. postunun gelecekteki sahibi olacak gönül eri, Mustafa Efendinin sırtında ki yükün varisi. Bir ulu zincirin büyük halkası , olacaklardan habersiz için için yanmakta, halden hale sürüklenmekte, Rabbi ile halleşmede, önce kokusunu hissettirerek, bilahere cismaniye tinin beklenmesin de ki sabırsızlık veya gösterilen sabır…”Yeter artık dayanamıyorum” irticası “gönderiyorsan gönder de bir an önce bu hasret bitsin” diye yapılan gönül  imbiğinde ki feveranlar… 
          Oysa Galip Efendi;  Öz amcası, altı tarikat ulularından icazetli  Kara Şeyh adıyla bilinen Hacı Bekir Kuşcuoğlu, amcasının halifesi ve postnişini Ali Haydar Ahıskavii, onun da yerini dolduran  yine altı tarikattan icazetli kayınpederi  Şeyh Mustafa Andaç hz.lerinin aile oluşturduğu bir manevi ortamın aile fertlerinden biri olduğu halde tertibi ilahi gereği  sahibini bekler.
             Galip Efendi;  Emrinin altında onlarca insanın çalıştığı Ankara Saman pazar’ındaki atölyesinde verilen siparişleri karşılamak için gece gündüz alın teri dökerek çalıştığı yerin yanı başında boş olan işyerinin kiralandığını bilir. Kiralayan zatı daha önce hiç görmemiştir. Ama temiz nur yüzlü bir görünüşü olan bu zatı ara sıra iş yerine girip çıkarken selamlaşma dışında tanışıklıkları olmaz.
            Böyle merkezi  bir  yerde kiralanan bu işyerinde uzun dönem hiçbir işle iştigal edilmediğini dışarıda müşaade eden Galip Efendi kendi kendine “Burayı kiralayanlar deli mi akıllı mı bir türlü anlayamadım , bunca zaman geçmesine rağmen hiç iş yapılmıyor, dükkan kiralandığı gibi duruyor, acaba bunların maksatları ne ola, elbet bir bildikleri, yapmak istedikleri  vardır” gibi sözler sarf etmekte de geri kalmaz.
            Mustafa Efendi Ankara’da kaldıkları müddet içinde başta devlet ricallerinde olmak üzere maneviyat ulularından Hacı Sami Efendi, Süleyman Hilmi Tuna han , Said Nursi gibi yüksek maneviyatta zatlarla sık sık görüşüp muhabbet eder. Bu ulu zatlara ev sahipliği yapar, memleketin gidişatı hakkında ümit var bir gelecekten sitayişle bahseder. Kendi dönemlerinin istibdat veya baskıcı unsurlarının ortadan kalkacağını yerini çok daha özgür bir ortama bırakacağı hususun da  moral verici sohbetler ederler. Yakınlarına “Beni Şeyhimin vefatından sonra yetiştirdiler” der. Kendisinin de yetiştirmede memur olacağı şuurla aşığına dogru mesafe aldığının farkında olarak zamanın keşiştiği an marangoz Galip Kuşcuoğlunun;
             “Yeter artık dayanamıyorum ya gönder sahibimi rahatlayayım ya da al canımı da bu istek arzu çile bitsin” babında yakarışta bulunuşu hissettirilir.
           O gecenin sabahında büyük bir belirsizlik içinde iş yerine varan Galip Efendi tam da iş hazırlığı yaparken atölyenin kapısının ağzında iki kişi belirir. Birinin elinde Kur-an, diğeri onun biraz gerisinde elleri bağlı.  Galip Efendinin meraklı bakışları altında Besmele  çekilerek  içeri girerler.
           Galip Efendi ara sıra selamlaştığı yanı başında ki işyerini kiralayan adamı tanır. O adam Mustafa Efendi dir. Söze “Galip Efendi oğlum ben seni yetiştirmek üzere görevlendirildim, senin nasibin bizdendir. Bundan gayrı sen bizim manevi evladımızsın, mübarek ola” dediği andan itibaren Galip Efendi den o kadar rahatlama olur ki  bütün dertlerine, bütün manevi buhranlarına ilaç olan bu buluşma onun adeta ayaklarını yerden keser. Kuşlar gibi hafifler. Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun… Defalarca tekrarlar.
         Metafizik zuhuratı:
       K. Maraşta iken bir gece çocuklarından Şevket Efendinin yattığı odanın kapısı açılır biri uzun boylu iki kişi girer. Meraklı bakışlarla gelen kişileri süzen  Şevket Efendiye “Oğlum babanız iyi adamdır, onun kıymetini bilin” derler ve çıkarlar. Bu durumu sabahleyin babasına anlatan Şevket Efendi şu cevabı alır.
    “Oğlum uzun olan Abdulkadir Geylani, kısa olanı da Ahmet el Rufa-i Hz.leridir. Hanemizi ziyaret etmişlerdir, sana görünmüşlerdir, bu senin için çok güzel bir manevi zuhurattır bilmiş olasın” der.
       Çocuklarının dönemin olumsuzluklarından etkilenmelerini arzu etmediği için tasavvufi hallere aşina olmaları endişesiyle metafizik örnekler verir. Çocuklarından Şevket Efendinin anlattıklarına göre ocak başında yanan meşe korunu eliyle alarak “Bu ateştir, Allah emretmezse yakmaz , bakın elimde bir yanma acıma var mı diyerek ateşi elinde uzun müddet tuttuğu halde eli yanmaz. Öyle ki eliyle yanan korları karıştırır, nihayetinde günümüzde tarikatlara karşı mesnetsiz ve yersiz düşmanlık var halk dahi böyle bilir, Allah’ı zikreden Şeyhe ve dervişlere karşı manasız tavırlar var. Bunlardan kendinizi korumanız ve olumsuz etkilenmemeniz için bir işaret olarak gösterdim “der.
        Onun en büyük manevi zuhuratı, Şemsi Tebriz’i gibi, onca zamandır ızdırap çeken bir gönül erine hal atlatmaya vesile olarak sıkıntılarından kurtardığı   gibi Galip Kuşçuoglunu bu alana kazandırmaya vesile olmasıdır.
        Mustafa Yardım edici Hz. ömrünün son dönemlerin de hac farizasını yerine getirir. Bu yolculuk dönüşü rahatsızlanır. Doktoru tedavi için ameliyat önerir. Kendisi ameliyat gününden bir gün önce “vücudumu yaramayacaklar” der ve o gün gelmeden rahmeti rahmana intikal eder. Emri ilahi gereği ölüm döşeğindeyken halife olarak Hacı Galip Kuşçu oğlunu kendi yerine tayin eder. Mezarı, Cebeci Asri mezarlığında olup  İskilipli İbrahim Etem Hz.ile ayni mekanı paylaşmaktadırlar.
     Vesselamün alelmürseliyn, velhamdülillahi Rabbül alemiyn.

Tanrıyla Savaşarak Yarı Tanrı Olmuş Sıddık DEMİR

Tanrıyla Savaşarak Yarı Tanrı Olmuş
                                                                                              Sıddık DEMİR
            Milat olarak bilinen tarihten önce ki zamanlarda insanlığa öğretmen olarak seçildiğine bir kesimce inanılan Zerdüşt adında ki bir bilge kişinin insanlığı etkilediği bilinmektedir.
            Benzeri rehber insanların tamamına yakını ön Asya da çıkması bu bölgenin insanlığın beşiği olduğu konusunda kanaatleri güçlendirir.
            İrili ufaklı binlerce rehber insanın bu bölge de seçilmesi, mücadelelerinde ki yerel değerlerin ve terimlerin daha da önemlisi öğretilerin dilinin de bu bölge insanlarının dilinden olması çok tabii bir durumdur.
            Öyle ya; Yaratıcı yerel veya genel anlamda insanlığı derinden etkileyen öğretilerin dilinin anlaşılmayan dilden olunca muhataplarına göndermesi ne mümkün.
            Bir kavim, kendi dilinden indiğine inandığı öğretilere tamamen millileştirme çabasıyla yakınlık duyması, Yaratıcının kendi dilleriyle şereflendirme durumu, kimliğinin gücünün vurgulanmasına yorumlanarak yaşama direncini her daim geliştirme ve güçlendirme isteği oluşturur. Seçilmişliğin duygusunu yaşar, hatta üstünlük bile iddia eder. Tıpkı Yahudilerde olduğu gibi…
            Türk Milletinin manevi coğrafyasında çok gerilere gidilince yalnız kendi şahıslarına münhasır olduğu algılanan bir inanç biçimi olan “şamanlık” günümüzde dahi etkinliğini bir nebzecik de olsa göstermesi bir başka örnek olarak verilebilir.
            Lokal olmayan, bütün insanlık şuuruna hitap eden son Peygamberin dahi Arap kavminin yaşadığı coğrafya dan ve onların ekserisinin anladığı dilden muhatap alınmaları, mensubiyet bakımından kendini dışta hissedenler dahi bu evrensel öğretiyi onlara mal etmekten geri kalmazlar. Sonuç olarak, Arap dili ile gönderilen Kur’an-ı Kerim, Arap ırkı tarafından güçlü bir mensubiyet algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Arapların kimliklerini ve kültürlerini güçlendirmiştir. Çünkü Yaratıcı, kendi dillerin de onlarla muhatap olmuştur.
            ”Hiçbir kavim olmamış olsun ki Peygamber göndermemiş olayım” ifadesinden de anlaşıldığı gibi Yaratıcı bütün kavimlere en azından bir Peygamber göndermiş olduğu tefsir edilir,
            Türk Milletine de Zülkarneyn’i  Peygamber olarak gönderdiği konusu bugün bile gündemden düşmemiştir.  Zülkarneyn Peygamberin yaşadığı dönemde “Han” olduğunu ilk defa Vani Mehmet Paşa adında Kürt kökenli Osmanlı Vezirinden duyuyoruz. “Türk kavramının gelişmesi” ismiyle yayınlana eserinde  Prof.Dr.Aydın Taner hoca, kendisi aynı zamanda iyi bir din alimi ve tefsirci olan Vani Mehmet Efendinin bu konuda ki fikirlerini çok muhterem bularak yazılı kültürümüze tercüme eder.
            Bu açıdan bakılarak kendi kavmine gönderilen Peygamberlere daha yakın görülmek, fıtri olsa gerek. Yerilecek, ayıplanacak ve küçük görülecek bir tarafı yoktur.
            Gelelim esas söyleyeceklerimize:
            Ön Asya ya bir kader olarak bağlanmış Kavimlerin bugün itibariyle tamamına yakını Kur’an bağlıları olup Müslüman dır.  Kur’an hitabıyla Nasranî ve Sabilerin dahi tek Tanrı inancına sahip ama Şeriatlarının farklı olması, İslam dışı sayılmayacağına göre, bu açıdan hepsi İslam olarak değerlendirilir.
            PKK, Marksist bir felsefe ile ortaya çıkmış olup bütün inanç esaslarıyla çoğu zaman alay eden, Allah’a şirk koşan, din tanımaz bir oluşumdur. Gerek liderlerinin yazılı eserlerine gerekse PKK’ya gönül vermiş bir kısım Kürt aydınlarının yazılı ve sözlü ifadelerinden anlaşıldığına göre İslamı, Kürt kimliğini asimile eden Emperyalizm karşısında direnç oluşturmadığı gibi emperyal milletlerin bir parçası yani emperyal Milletlerle aynileşmeye zorlayan bir inanış olduğu için, bu öğretilere şiddetle karşı gelinmesi ve örgüt nezdinde ta ki yeni bir inanış biçimi tesis edilene kadar İslam la mesafeli durmayı kırmızı çizgi olarak görmektedirler. Çünkü İslam, ‘mücadeleci ruhu zayıflatır ve insanların afyonudur. Millet gerçeğini görmezden gelerek manevi damara bağlı, uyumlu ve ahenkli bir hayat tarzı ortaya koyar. O halde hızla İslamı ve onun oluşturduğu kültürden uzaklaşmak lazımdır’ anlayışını din gibi telakki etmektedir.
            İlla ki bir din dikte edilmesi gerekiyorsa o da ‘Zerdüştlük’ olması gereğine inanan aydınları vardır. Bu kesimlerce denilir ki: ”Zerdüşt, İsa’dan da Muhammed’den de asırlar öncesinde  Kürtlerin içinden çıkarılmış bir Kürt kökenli Peygamberdir. Ona mal edilen ve Kürtçe yazılmış “Avesta” adında bir de kitabımız var, bu kitaba sarılırsak Emperyal bir din olan İslam’dan korunmuş oluruz” türünde yorumlamaları vardır.
           Mesela Musa Anter adında  kürt kökenli bir aydının eserlerinde “Muhammed ve İsa bize şefaat etmezlerse kendileri bilir, ‘Zerdüşt’ şefaatçi olarak bize yeter” demektedir. Bilindiği gibi Musa Anter adında ki bu yazar meşhur İslam alimi Abdülhakim Zapsu’nun damadıdır. Menfur bir eylemle öldürülmüştür.
            Zerdüştlük ve Avesta’da ki öğretileri çok daha feodal buldukları için özellikle ayrılıkcı Kürtlerin Müslüman değil de keşke Hıristiyan olsaydık gibi iç geçirmeleri ne yazık ki dillenmektedir. Bu zümrenin din diye bir kaygılarının olmadığını söylemek için yukarıda anlatılanlara çok daha ilaveler yapılabilir.
           PKK hareketinin lideri, yazdığı eserlerinde ve savunmalarında din arayışı içerisinde bulunan bazı Kürt aydınlarının aksine tamamen Tanrı tanımaz bir sendromun içinde kendini gah yarı Tanrı, gah Tanrı’dan da üstün gah Peygamber veya Peygamberlerin mücadelelerini örnek alan, onları taklit eden, hukuki anlamda kendini onlara denk gören, durduğu yeri tam tayin edemeyen bir zat durumundadır.
            Mesela; PKK hareketinin başlangıç olarak 12 kişi ile kurulmasını Hz. İsa’nın 12 havarisiyle çıkışına benzetir. Yine “Peygamberler gibi konuşmak onlar gibi mücadele etmek nazarımdan çok kıymetlidir. Sonra Peygamberce ortada var olmanın neresi kötü ki” diyerek bir taraftan “Tanrı’yla savaşta onu yendim ve yarı Tanrı oldum” inanışında terfii rütbe yaşaması anlatmak istediğimize tam da uygun bir durumdur. Belki de bir tiyatro oyuncusu, inişli çıkışlı da olsa kendi pozisyonuna net bir yer kazandıramama rahatsızlığı yaşıyor bence.
           Seçim öncesi Başbakan’ın da dilin de sadır olan, Apo’ya ait olan bir bilgiyi yazılı basın da alarak bu yazının sonuna ilave ile PKK’nın ve lideri Apo’nun din karşısında ki duruşu hakkında tespiti bu yazıda ki özü bir daha vurgulaması açısında aşağıya alıyorum.
            “Rabbımın affına sığınıyorum; “Yukar da Tanrı olsaydı beni yine yanlış yola sevk edecekti. Allah’ta Kürtler için değildi. Kürtleri şaşırtıyor… Bunun için ben kendi kendimin Tanrı’sıyım” Kim söylüyor bunu Apo söylüyor. “Tanrı’yla savaş verdim savaştan başarılı çıktıktan sonra yarı Tanrı oldum”. Kim diyor bunu? İmralı… Bitmedi; “Namazın kendisi de genel anlamda bir tiyatro” Bunların tamamı Apo’nun yayınladığı kitaplarda var.”           

ŞU BİZİMKİLER (Eğitimci, Araştırmacı - Yazar) SIDDIK DEMİR

ŞU BİZİMKİLER
 Sıddık  DEMİR
Ayak üstü sohbette,”Şu Bizimkiler” isimli son kitabının yayınlandığını ve alıp okumamı söyledi. “Çilenin Böylesi” ilk eseriydi, çok akıcı bir üslubu olduğundan bir çırpıda okunabilir diye duymuştum. Ama eseri okumamıştım.                                                                    
Bu eziklikle “Şu Bizimkileri” aldım. Albenisi fazla olmayan, bayağı hacimli bu eserin, eve varır varmaz kapağını açtım. Aman Allah’ım dedim üç saat sonra!.  Ne kadar akıcı, ne kadar ustaca sergilenmiş, insan ilişkileri ve portreler ne güzel tasvir edilmiş!.                       
Aynı atmosferde ve aynı fikir mezrasında olduğumuz içindir belki dedim kendi kendime. Öylede olsa üç gün içinde nöbetleşerek aynı eseri üç kişi, aynı heyecan ve akıcılıkla okuyabilir miydi. Evet kitabın kapağı zaruri ihtiyaçlardan dolayı kapanır kapanmaz, gözü kitapta olan diğer aile efradı, hemen aynı kapağı aralayarak, adeta kitaba dinlenmek fırsatı verilmiyormuş gibi bir tatlı, bir heyecanlı, bir akıcı zulüm işleniyordu sanki.                               
Öze dönüş hareketinin fikir cephesinde ismini altın harflerle yazdıran o mücahit insanlarımızın, özel şahsiyetlerinde, etten kemikten yaratılmışlığın özellikleri sergileniyordu çeşit çeşit…
Demokrat partinin iktidarı zamanında Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in çıkarmış olduğu haftalık ‘Büyük Doğu’ mecmuasında Üstat’la, günlük çıkan ‘Vatan’ gazetesi baş yazarı Mehmet Emin Yalman arasında kalemle yapılan savaşın etkisinde kalan müellif  Hüseyin Üzmez’ in , Malatya posta hanesinde çıkarken baş yazara attığı iki el kurşunla  Türkiye karışmıştı.
 Bu olay bahane edilerek, normal olarak kurşunu atan ile, basın yoluyla azmettirdiği gerekçe gösterilerek Necip Fazıl, Osman Yüksel ve Sait Çekmegil tutuklanır. ‘Büyük doğu’ dergisi de  kapatılır. O günden itibaren Malatya cezaevinde hep beraber tutuklu kalırlar. İşte Hüseyin Üzmez ceza evi hatıralarını ‘Şu bizimkiler’ adını verdiği bu kitapta anlatmaktadır.
Temel noktalarda zayıflık emarelerinin gözlenmesi yanında, daha da gürleşen veya en azında istikrarını koruyan şahsiyet abidelerine rastlıyoruz bu kitapta. Eserde izah edildiği gibi “Ferdi hürriyetlerin veya şahsiyetlerin bütün çıplaklığıyla hodri meydan dediği MEDRESE-İ YUSUFİYE’ den” kişilikleri bu şekilde tasnif etmek esas gaye olmasa gerekir. Öyle de olsa bizim, insanımızı tam olarak tanımamız açısında çok güzel bir yaklaşımdır.        
Kutsal bir gaye uğrunda bile olsa metot, demokratik bir ortamdan mücadele gayesini taşımalıdır.Yalnız eşit şartlarda…Yapılan bir eylemin yanlışlığının eserin bütününde  teyidi, salim bir düşüncenin, üstün ve akılcı bir yaklaşımın mahsulüdür.                             …
.Üstat Necip Fazıl’ın “Sıcaklığını yıldızlardan almış, patlamaya hazır bir volkan” olarak tarif ettiği  müellif, tüm çilesi boyunca istikrarını muhafaza etmiş, pişmanlık belirtileri bilinen anlamıyla değil, stratejik anlamda oluşmuş bir insandır.    
‘Kara bir gün’ adlı ünlü makalenin yazarı Süleyman NAZİF, Malta’ya sürgün edildiği günlerin ertesinde,  ayrılığa dayanamayarak, mukabil defalar “Keşke yazmasaydım” gibi serzenişlerde bulunduğu ve pişmanlık emareleri gösterdiği bilinmektedir. Süleyman Nazif örneğinde olduğu gibi,  müellifin anlattığına göre; Üstat Necip Fazıl da benzeri serzenişleri, her gün ve her saat değişen halet-i ruhaniyesi, çok küçük hadiselere üzüldüğü veya sevindiği, kısaca dahiliğinin yanında , ihtişamlı egosuna ömür boyu saltanat sürdürmeye çalışması, doğrusu çok ilginç. Ama müsriflik noktasında da cömert. Parayı çok seven, o ölçüde de eşle dostla, hatta hiç tanımadığı kişilerle yiyen orijinal bir şahsiyet…
Bana göre “Şu Bizimkiler” deki en hoş, en istikrarlı, en mükemmel  kişilik, Osman Yüksel Serdengeçti merhumunundur.  Mangal kadar yüreği üstün zekasının kontrolünde, inanmış, samimi, yer yer soğuk kanlı, zaman zaman aslanlar gibi kükreyerek zora zor demesini bilen, dobra dobra, açık yürekli, açık sözlü ve milli konularda çok hassas, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir halk kahramanı…
Türk kamuoyu; Merhum Necip Fazıl KISAKÜREK’İN, merhum Osman YÜKSEL’ den sanat ve bazı kabiliyetler bakımından üstün olduğu gerçeğinin yanında, merhum Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’ nin de  daha istikrarlı olduğunu ‘Şu Bizimkiler’ den öğrenmiş bulunmaktadır.

‘Ahmet Aziz Çonkarlı’nın Kitabı: “YILANKAYASI” - Sıddık DEMİR

‘Ahmet Aziz Çonkarlı’nın Kitabı: “YILANKAYASI”
                                                                                          Sıddık DEMİR

              ‘Ahmet Aziz Çonkarlı’ imzasıyla ‘Yılankayası’ adında 528 sayfa hacminde ‘bir fantastik’ roman yayımlandı geçtiğimiz aylarda. Oldum olası bu türden romanlar hayal ürünü iddiası taşıdığı için, daha ayakları yere değen romanları okumayı tercih etmişimdir.
              Yazarın ‘Ahmet Aziz Çonkarlı’  müstear ismiyle yayımladığı bu eserden öncede, ‘laika’ Sultanın Gözdesi’ ve ‘İrtica’ adını verdiği başka iki çalışması da kendisinin ‘Kara mizah’ dediği türden…Bana göre benzeri özellikleri ve farklı temaları ama benzeri kurgularla benzeri kalıpta okurlarına sunduğu, en direk yollarla sistemle hesaplaşan çalışmalarıdır.
               Yazarın “Laika ve İrtica” adındaki çalışmasında, müstear olmayan imza kullanması, ancak hangi şartlar değişmiş olmalı ki Yılankayası romanında  müstear isim kullanmıştır sorusunu akla getiriyor insan. Bu noktada kendini gizlemesi, ‘Demek ki böyle bir metodu tercih ediyor’ deyip geçiştiremiyoruz. Başka bir takım endişelerin duyulması, beklide ön yargıların önüne geçilme kaygusu …
              Dünyevi bir takım saikların tamamen ortadan kalkmış gözüktüğü, bir başka deyimle tamamen özgürleştiği bir zaman vetiresinde müstear isimle ‘Yılankayası’nın ortaya konulmasını garipsedim doğrusu. Yazarın böyle davranmasının mutlaka kendine göre bir sebebi olmalıdır deyip,‘Yılankayası’ romanının içine dalmamız icap ederse:
              Hayali isimleri olan komşu iki kasaba halkının birbirleriyle mücadelesi anlatılmaktadır. Yazarın hayal dünyası ve kullandığı ‘arı ve duru’ Türkçe’si, kitaba öyle bir akıcılık kazandırmış ki ancak okuyanlar bunu anlayabilir. Yazar; bu kadar küçük mekan da teknolojinin ve diğer bilumum cazibe merkezlerinin sıfırda göründüğü hayali bir zaman kesitini anlatırken bütün rollerin mükemmel oynandığı bir gizemlilik ortamını nasıl başarıyla oluşturmuştur doğrusu hayret ettim.
               Dedim ya; bu tür çalışmaları okurken sonunu pek getiremezdim. Ama ‘Yılankayası’ gerçekten çok uzun bir roman olmasına rağmen kendini okutturuyor. Bu kadar akıcı bulmamızın nedeni belki de psikolojik arka tarafımızla örtüşmüş olması olabilir mi? Elbette öyledir. Yoksa koskoca rektörlük yapmış bir bilim adamının, durup dururken ‘çocuklara masallar’ türünde yazması ne mümkün. Her yanlış atılan adımın hesabının verilmesine inanan, bu korku ve güzellikte bir ömür ‘adam gibi adam’ olarak yaşayan yazar, tuttuğu kalemle yazdığı her bir kelimenin bile bir mana ifade etmesi için hassasiyet gösteren yerli kara bir düşünce adamıdır. Yazdığı bu romanın dışa ve ülkemizin bugününe yönelik mesajını en iyi kavrayanlardan biri olarak bu romana giydirilen elbise, ülkemizdeki sıkıntıların dışa yansımasıdır. Mübalağa yoktur. Ülkemiz insanlarının çoğunun en direk olarak, aydınlanmış insanların da önemli bir kısmının direk olarak muhatap alınarak, hemen her türlü mahfiller de ötelenerek düşman yaratma projesinin, ilmek ilmek örüldüğü görünmektedir bu romanda.
               Romanda ki Argon, Neon, Dragon, Helyum, Ksenon gibi doğal gaz ismini taşıyan aktörlerin rollerini, ayağı yere basan günümüz Türkiye’sinde, veya tek kutuplu dünyada Bush, Puş, Savaş ,Sezer gibi sembolik isimlerin temsili güzellikleri veya çirkinlikleri alır. Velhasıl bu savaş hep devam eder. Her dönem roller değişse de mücadele özü itibariyle değişmez, değişmemeli de…
              Eğer bütün insanlık tek düze bir felsefeyi hayat nizamı olarak seçer ve bunda da karar kılıp devam ettirirse, işte o zaman gerçekten korkulmalıdır. Niçin? Çünkü o gün gelmiştir de ondan…Kusursuz veya ezenin, zulmün, adaletsizliğin ve bütün güzellik karşıtlığının olmadığı bir dünya da roller biteceği için hayat da biter. Her şey zıttı ile kaimdir. Vakum ortamlar da mücadele olur mu? Kar, zarar ceza ve mükâfatta olmaz.
              Yazar; ‘Yılankayası ’romanın da aynen bu kavramları işliyor. İfrit’le Difrit’in Haşattu Kasabasında tesis edilen güzelliğin yok olmasına memur edilmesi, bu zıtlıkların tarihi boyutunu anlatır bize…      
              Her düşünen insanın saflarını belirlemesi, beraberinde kar zarar kavramlarını dengelemesi açısından da çok önemli bir mesaj vermektedir. Bu roman yazarının müthiş bir edebi örgüyle inşa ettiği ve hayat denilen zahiri yansımayı iki kutuplu bir anlayışla ortaya koyarak, lider ve piyon insanların tasvirini de çok güzel yapmaktadır. Romanın ortalarına doğru çağlayanlar gibi akan kelimeler ırmağında ki belirsizlikle, Haşattu Kasabasında ki düzenden rahatsız olan komşu kasabanın üzerindeki esrar perdesi aralanır. Meğer mücadelenin öbür ucunda, durup dururken saldırmayı vazife bilen taraf “cinler” taifesiymiş.
            Kötülüğün temsilcisi aynı zamanda saldırgan olan cinler, Yılankayası’n da kendini belli edince iyilerin mücadelesi daha bir sonuç almaya yönelik gelişir. Ve kararlı bir mücadele sonucu bu zaman aralığında ki savaş, iyilerin zaferiyle sonuçlanır. Benzeri programlar dünya döndükçe hep devam edecektir. Önemli olan insanın aklını iyi kullanarak safını belirlemesidir. Yılankayası’nda ki ‘düşman belli’ olduktan sonra yazar, okuyucuyu düşünerek fazla uzatmasa iyi olurdu. Çünkü diğer bütün mesajlar insanoğlu’nun esir olma dönemine kadar olan zaman dilimi içinde geçen serüvenlerle zaten verilmiştir.
Bir başka can sıkıcı olan durumlardan biride Neon Efilya aşkıdır. Böyle aşk anlayışı Neon’a  yakışmamıştır. Neon’un Efilya’nın aksine akılsız aptal ve bön bir duygu seli içinde oluşu okuyucuyu bayağı sıkabilir. Çekici bir delikanlı ama çok içine kapanık. Adeta yaşanılan olayların bir çoğuna davetiye çıkarmış. Olaylara müdahalesi çok yavaş, pratik zeka’dan ve eylemler’den yoksun. Hani okuyucunun “Helal olsun Neon!”diyeceğine “Efilya’ya layık değilsin Neon” dedirtecek tipte bir portre çizmektedir.
Yüksek tepelerle çevrelenmiş ve  türlü kaynaklarla beslenmekte olan doğal göller gibi bilgi birikimine sahip olan ‘Yılankayası’ yazarının bize daha nice bu birikimin kültürel meyvesini vermesi temennisiyle….

TOMURCUĞUN KADERİ, SIDDIK DEMİR

TOMURCUĞUN KADERİ
SIDDIK DEMİR
Kahramanımız yolculuğa çıkmadan önce vakit öldürmek bahanesiyle gezinirken;
Orta yaşlarında bir kadınla biraz daha geçkin bir adam arasında üç-dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice dövüldüğüne şahit olur. Öyle ki, çocuğun ağzı burnu kan revan içerisin de, üstü başı vura vura yırtılmış, çürümüş, sel sümük birbirine karışmış, adeta futbol topuymuş gibi, adam vuruyor kadının uçağına, kadın vuruyor adamın kucağına düşüyor çocuk. Bu da yetmiyormuş gibi bir de söz ile çocuğun psikolojisini allak bulak ediyorlar.
Kahramanımız çok geçmeden bu çocuğun, o iki yetişkinin evladı olduğunu anlıyor. Yüreği ağzına geliyor. “Aman Allah’ım diyor, bir çocuk, bir masum yavru, iyiyi kötüyü seçemeyecek yaşta bir sübyan, neden bu kadar zulüm! Bırakın vurmayı, vicdansız insanlar! Verin çocuğu bana” deyip çocuğu kapıyor ve devam ediyor; "Siz Allah’tan da mı korkmazsınız, öldürecek misiniz bu yavruyu" deyince aldığı cevap karşısında adeta dünyası başına yıkılıyor.
"Evet; öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı. Neden böyle davrandığımızı bir güzel anlatayım da sen de bize hak ver” diyor adam ve devam ediyor; “Bak beyim, sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun. Herhalde Devlet memurusun. O kadar insan yanımızdan
gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi bir canavarım”.
-Almışlı yıllarda Almanya'ya gittim. Gurbete giderken evliydim. Çocuklarımı görmeye sık sık gelemiyordum. Eşimin ölümüyle yetmiş senesinde memlekete geldim. İki-üç tane çocuğum öksüz kaldı. O dönem Almanya'ya gitmek büyük bir ayrıcalıktı. Memlekette eş-dost bu Almancı, bunda para bol deyip rahmetlinin üzerinde az bir zaman geçmesine rağmen güzel ve oldukça genç bir kızla beni tekrar baş göz ettiler. Dolayısıyla ikinci eşimle kısa bir beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin yolunu tutmak zorunda kaldım. Uzun müddet memlekete gelemedim.  Aradan sekiz-on yıl geçtikten sonra ancak dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç-dört yaşlarında bir çocuk var. Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, ama bu çocuk senin diyorlar. Ben hesap ediyorum sekiz-on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk üç-dört değil de sekiz-on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve; ya öleceksin ya da ikrar edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti. Kahramanımıza dönerek; "Hemen aklına bir başkasıyla gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri değil mi beyim. Ah keşke öyle olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin karşısında çok şereflidir. Neler vermezdim düşündüğün gibi olsaydı." Derin bir nefes alıp şöyle arkaya doğru yaslanarak;
-“Evet sıkı dur beyim sıkı dur, beni kahreden ölüp ölüp dirilten gerçek şu; Gurbete giderken, yeni anasının yanında bıraktığım, bu gün on sekiz-yirmi yaşlarında olan oğlumla... Bu  velet olmuştur. Şimdi bu çocuk nedir, kimdir, nesebi, kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü yıkımı nasıl izah edilir, anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz olacaktır. Ama onu da yapamıyoruz. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı bilemiyoruz. Böyle bir olayı Allah kimsenin başına vermesin. Ölmeden önce ölmek, hatta binlerce defe ölmek böyle bir şey olsa gerek. Bir çözüm yolu da yok veya varsa da inan ki beyim benim aklıma gelmiyor. Gök kubbe bana zindan oldu, sence ne yapmam lazım, lütfen bana bir akıl ver,” gibi yakınmalar hemen kahramanımız da zekice çağrışımlara sebep olur.     
Kahramanımız herhangi bir Bakanlıkta Müdürlük görevi ifa etmektedir. Görevi gereği geniş halk kesimleriyle temasta olduğu için onların da bazı dertlerine vakıf olma gibi durumları olmaktadır. ‘Hasta olan kişinin doktor ayağına gelirmiş derler’ ya tevafuktur aynen öyle bir durum; Aydınlık evler de bir cami imamı, çok önceleri,  evlatlık çocuk arandığını söylemişti kendisine. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama hiç mi hiç mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebe çağrışım yapar.
Emin ve vakur bir şekilde; "Öldüreceğinize verin bana bu çocuğu vicdansız herifler" diyerek çocuğu kaptığı gibi oradan uzaklaştığı bir olur.                              
Bir taksiye atlayarak çocukla beraber  evine gelir. İlk işi Gökova da ki çocuklarını arayarak iki-üç gün sonra döneceğini bildirir ve ister ki çocuğu rahat edebileceği yeni evine yerleştirsin. Önce banyo yaptırmak aklına düşer. Bu amaçla çocuğu hazırlamak için elbiselerini çıkarır. Bir de ne görsün, aman Allah’ım yavrucağın vücuduna dünya fiziki haritası çizilmiş. Vücudunun her tarafı çürümüş. Memlekette anasının yapmış olduğu turşu içinde ki domates veya salatalık gibi adeta iğne ile delik deşik edilmiş haline, sevgiye tutkun bir insan kalbi ile gözyaşları içerisinde hüngür hüngür ağlayarak şahit olur.
Gerekli tedbiri aldıktan sonra yavrucağın karnını doyurur ve bir müddet sonra rahatlayan çocuk kendinden geçerek uyur. Kendisi de şöyle bir balkona çıkarak, o efkarlı hal için de masasını kurar ve kendi deyimiyle bir güzel demlenir.
O gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin yardımıyla tez elden bulur.  Hikâyesini anlatır. Karşılıklı sözler verilerek çocuğu teslim eder. Bilahare akşama doğru arabasına binerek tekrar Gökova ya doğru yola koyulur.
Aradan tam yirmi beş yıl geçmiştir.  Hikâyesini dinledim. Çok manidar ve çok ilginç buldum.  Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan ailesi, gazete ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış, şimdi ise umutlarını kestikleri zannediliyor. Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu an da umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve mutluluk getiren bu çocuk bayağı olgun yaşlarda evli  ve üç  çocuğu olan bir aile reisidir. Çok güzel bir eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel okullarda, liseyi Ankara TED Kolejinde, Üniversiteyi de Bilkent’de tamamlayarak hayata büyük bir iş adamı olarak atılmıştır.
Şu feleğin işine bak derler ya: Nerden nereye... Bir insanın bir âlem olduğunu, bu âlemin de ne kadar zikzakları olduğunu yaşayıp görüyor insan. Yaratılışta ki aşk  ve  merhamet anlayışını  fıtratına uygun bir ölçüyle ortaya koyan kahramanımız bu  örnek davranışıyla kendine  yakışır, duyarlı  insanlar arasında çoktan yerini alır.
Burada her kişinin değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor.
“Kim bu insan, bu gün bağlantın var mı, seni ziyarete geliyor mu, diye peş peşe sorsam da , yine verdiği cevap kaçamakça olur.... Sözüm var söyleyemem, der ve ekler;        
-Ben doğduysam isteğimle değil, istemediğim bir hayat kucağına almış beni yaşatıyorsa, bu hiç de doğru değil. İnsansam ben, yaşamak hakkımsa, tabiat kuralları insanlar için eşitse, var olmak, yok olmak kadar doğalsa neden yaşamak hakkım değil.
-Kavgayı, bir ağacın yaprağına yazmak isterdim. Sonbahar gelince yaprak kurusun diye.       
-Öfkeyi bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok olsun diye…                   
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,..
-Ve dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla büyüsün dünyayı sarsın diye…

SES VERİN ÜLKÜCÜLER. ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR... - Sıddık DEMİR

SES VER ÜLKÜCÜ TAM ZAMANI
                                                                                                     Sıddık DEMİR    
             MHP’de ki operasyon da her kimin emeği varsa samimi ülkücülere farkında olmadan çok büyük hizmet etmiş oldular, eğer değerlendirebilinirse.
            “Rüzgâr eken fırtına biçer” deyiminin ifade ettiği anlama uygun siyaset çizgisinin muhatabı olan işgalci güçler, MHP’ye 12 Eylül ihtilalını takip eden yıllardan itibaren çöreklenmişlerdi. Ceberrut bir anlayışla estirdikleri rüzgâr nedeni ile hür ve müstakil Ülkücü kadrolar sistemli bir şekilde MHP’den uzaklaştırılarak itibarsızlaştırılmıştı. En son örneği  Ramiz Ongun Bey’in parti meclisi tarafından ihraç edilmesine ilaveten, MHP tarihinde ilk defa Ankara seçmeni nezdinde %30’ a varan bir oy potansiyeli ile sempati toplayan Sayın Mansur Yavaş’ın da aynı akıbete uğraması bardağı taşıran son damla  oldu.
         Yüzlerce şehidi binlerce gazisi olan bir siyasi kurumun çatısında ikbal peşinde olan devşirme anlayış mensupları, malum kaset operasyonu sayesinde kardan adam gibi eriyip gittiler. Bu operasyonun esas hedefi genel başkan olduğu halde, şimdilik o üzerine almamayı yeğlemektedir. Bu operasyonu mazlumun ahı tutmuşa yorumlayarak vicdanen bir yönüyle rahatlayabiliriz. Diğer yönüyle üzüntümüzü ifade edecek kelimeler bulmakta zorlanıyoruz.  Ülkücü siyasetinden eser olmadığı halde,  kendi tapulu mallarıymış gibi üzerinde oynanan bu türde müessir fiiller karşısın da MHP ye sahiplenememekten dolayı üzülürüz yıllardır. MHP’ye ciddi anlamda kırılım yaşatan bu işgalci güçlerin zulümlerine ve anti demokratik uygulamalarına rağmen bile rezil olmaktan kurtulamadıklarına üzülürüz.
            Gönül adamlarının partiyi ülkücü siyaset çizgisine çekmek için yaptıkları bütün cılız hamleleri bile boşa çıkartan işgalci güçleri alaşağı etmek bu güne kadar mümkün görünmüyordu. En azından demokratik mücadeleyi iç bünye de sürdürerek bu yolla söz sahibi olmak gerekirdi. Ne yazık ki ümitler boşa çıkmış, köşesine çekilmişlere başka yol kalmamışken “Dinsizin hakkından imansız gelir” özdeyişine uygun bu kaset operasyonu patlak verdi. Ve liderleri haricinde bütüne yakın merkez yöneticileri Rabbani bir cilve gereği tarumar oldular. Hani NUH tufanı bile  bunları yıkamazdı(!).
            Evet, yeni bir dönemin ilk safhasındayız. Ortam müsait. Bütün bu olanlar partiyi barajın altına çekmediğine göre, MHP deki bu işgalci zihniyetin Ülkücüler tarafından nasıl işgalleri kırılır. Ve yarım asra yakın var olan bu kurum gerçek temsilcilerinin eline geçerek tekrardan “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganının, slogandan ibaret olmadığı ülke insanlarına tekrardan nasıl hatırlatılabilinir. Öncelikle;
           Ulusalcılık belasından, ittihat ve terakki artıkları darbeci çetelerden ne pahasına olursa olsun kurtulmak için, son derece samimi hoşgörü ve demokrat bir iklime yelken açılarak birlik sağlama çalışmaları yapılmalı.Değer verildiğini anlayan, sorumlu yaşamayı bilen,yüzlerce köşesine çekilmiş Ülkücü canlar tekrardan devreye dahil edilerek yeni bir siyasi maya oluşturulabilir. Bu maya anlaşılmadan, toplum mühendislerinin gayri milli dayatmaları zorla bir müddet tutunabilir ama uzun süre asla…
           Bugünkü efendiler, yarın Ülkücülerin gücü sayesinde sahip oldukları saltanat dan uzaklaşmak mecburiyeti hasıl olacağı için  savaşmaya devam edecekler. Ama muvaffak olamayacaklar. Yükselen değerleri görmek lazım. Mevcut işgalcilerin kör idrakleri, fal taşı gibi açılması için illaki yüz kızartıcı itibar düşürücü olaylar mı yaşanmalıydı?
            Seçimden önce her telden çalan yorumlar yapıldı. Yok, efendim MHP meclis de şu dönem olmalıymış. Seçimden sonra şayet baraj altı kalırsa yeni anayasa yapılamazmış. Meclis de milliyetçi anlayış temsil edilmeliymiş dengeler gereği, vay efendim Kürt açılımını sekteye uğratmamak için meclis dışında bırakılması,  dış mihraklı bir oyunmuş, gibi senaryolar yazılıp çizildi. Kafa karıştırmaya yönelik bu yorumlara göre “Yahu bu MHP ne kadar önemliymiş, durduğu yer ve savunduğu değerler ne kadar kıymetliymiş” diyecek noktaya gelmeden silkinmeliyiz tekrardan ve orijinalliği CHP’ye ait olan Ulusalcılık refleksi dışında bir şey üretemeyen bu işgalci güçlerle mücadele de rehavete kapılmamak gerektiğine inanmalıyız yeniden.
Yalnız Ülkücülük ve Ülkücülerle iktidar yolunun açılamayacağı aşikâr. Velâkin bu noktada Ülkücülük misyonunun bertaraf edilmeden iktidara yönelmek gerekir. Ülkücülük bir iddiadır. Ülkeyi yönetmeye taliptir. Ülkücüler bir model şahsiyetler topluluğudur. Müslüman’dır, ölçüsü müminleşme şuurudur.
 Bir Türk çocuğu ne kadar hayat felsefesi yapmışsa İslam’ı o kadar derin Ülkücüdür misyonu. Gerisi teferruattır. Meselenin özünde de zaten bu vardır. Bugün itibarıyla Ülkücüyüm diyen insanların İslam’la olan irtibatı, yani inanmışlığı sıkıntı da görünüyor. Özellikle yönetime talip olan insanlar da aranılacak kriter, İslam’ın hayat felsefesi olup olmadığı yönünde ki kabullerine bakılarak  dizayn edilmesi sıkıntının derinleşmesini engellemesi açısında önemli.  İslam la olan imtihanda muvaffak olmak anlamında ki kriterler le Yaradan’ın desteği alınmadan bu işin olamayacağı artık bilinmelidir. Yoksa üç ay önceden kurulmuş bir parti iktidar olur da sen bir türlü “Okuntu oğlağı” gibi olmaktan kurtulamazsın. Oysa her şey var;  Yetişmiş kadrolar, para, pul, müsait iklim, konjoktür. Ama bir şey eksik; “İslami şuur”… Olursa samimiyet olur.
İşgalci güçlerle Ülkücülerin farkı bu olmalıdır. Nefsi ile mücadeleyi en büyük savaş olarak gören bir inanışta ki amel eksikliği, insanların başına bakınız kıyameti koparmadı mı?. Uzaktan yakından ilgili insanlar incinmedi mi? Kamuya bunun izahı nasıl yapılır bilinmez.
Özet olarak denebilir ki;
 Allah insanı zaafları olan varlık olarak yaratmıştır. Başta bahsettiğimiz olayların mensuplarını bu açıdan kınamıyoruz. Büyük söz söylemek bize yakışmaz. Allah korusun bizimde başımıza böyle şeyler gelebilir. İtibarsızlaşma olayı programlı planlı olduğu için onları da kınıyoruz. Velâkin şeytan varsa besmele de var kardeşim. Hırsız varsa tedbir de var kardeşim. Düşman varsa itikatta amelde var, direnç de var kardeşim. Haklı mücadele de İşgalci güçlerin neredeyse yarım asırdır kuru bir milliyetçilik hamasetiyle koskoca bir kadroyu tek kanatlı kuş haline getirmeyi en büyük parti politikası haline getirirsen mazlum dava adamlarının ahı tutar sizi be kardeşim.
Memleket sathında gönüllü 100 Ülkücünün Bir araya gelerek rayında çıkmış ama iddiası devam eden bu siyasi davaya tekrardan istikamet belirlemenin tam zamanıdır.
Mevcutlara da kendinize dönün diyeceğim ama zaten kendileri buymuş...
 “SES ver Türkiye” diyorsunuz. Türkiye sizin bu halinizle neyinize ses versin .Baraj aşıldı ama olduğunuz yerde sayıyorsunuz. Yoksa A takımı işgalcilerinizin irfanlı maharetlerine tavır alamayacak kadar ideolojik körlük üzere olmanız, iki dünyanızı da berbat edecektir. Bilesiniz…  Tabi projeniz bu ise!
Ses  ver ÜLKÜCÜ! Tam zamanı…
Eğer Ülkücü siyasetin ve Ülkücü kadroların MHP’ye yeniden hâkim olmasını istiyorsan…

(Lütfen Umut Mensupları Okumayın!..) "BİR ADAM" Sıddık Demir

(Lütfen Umut Mensupları Okumayın!..)
BİR ADAM
                                        Sıddık Demir
              Onu Ankara ya getiren irade bizim de aynı mekânda bulunmamızı yazmış olmalı ki; Bir müddet sonra dar mekânlarda göz aşinalığıyla tanışmamız başlamış oldu.
               Bürokratlık etiketi yükseklerde yer tutmasına rağmen   alçakta seyreden gönül kuşunun pervasızlığı bildik tiplere hiç benzemiyordu. Ufak tefek mesleki hastalıktan kaynaklanan zafiyeti yanında samimi ve dost görünümü, bulunduğu konumla örtüşmüyordu. Siyasi devlet, bürokratik devlet, derin devlet birbirini tamamlayan unsurlardı ama demokratik devlet veya gönül devleti bu topluma pek yabancı duruşlardı. Otoriter anlayış oligarşi düzeni getirir. Bu düzende gücü elinde bulunduranlar hangi konumda olursa olsunlar antidemokratik durum sergiler.
              Demokrat devletten yürek(gönül) devletine geçişi sağlayan gönül insanlarının sayısı özelliklede devlet ricalinde çok az olduğu için, bu yürek insanın her hali garipliklerle doluydu. Alışagelmiş bir modelden, imalat hatası defolu bir tip. Bir bakışta anlaşılamayan, çözümü zor bir denklem.
               Yükseklerde yer tutmuş bir insanın alçak gönüllülüğü, hoşgörülü ve mesafesiz ilişkilerde bulunması ,olması  gereken  normal bir durum iken garipsenmesi hali, Mevlana nın sürekli dericilik mesleğinde çalışan bir adamı güzel kokuların satıldığı iş merkezinde geçirince adamın bayılması durumu gibi bir şey…  Kompleksiz bir kişiler arası ilişkiler kurması, bildik anlayışın dışında olduğu için iki türlü yorumlanmaktaydı. Birinde; üzerine çektiği esrarengiz tavrı acaba görev gereğimi? Diğeri; ileri boyutta tanıyanlar nezdinde gönül adamlığı yaftası mı?
                Savunma kaleleri ve referans kaynağının ameliyatındaki samimiyet göz önüne alınınca, bu adama gönül devletinin mimarı olmalıdır noktasında gövdeni başarsın.       Gecenin ilerleyen vaktinde atını arabasını, eşini aşını yanına alarak, bilmediği bir istikamete kanatlanan, kısa bir zaman zarfında yaptığı hazırlığı, çaresizlikler içinde  yeni yuvasına uçmakta olan bir genç kıza, çam sakızı çoban armağanı tevazuluğundaki ayni ve nakdi nimeti, ilk adım atılan kutsal yuvaya bir rahmet gibi düşen bu adam… Bilmem nasıl bir adamdır…Kendi gönül devletinin sultanı olmanın mesuliyetini iliklerine kadar yaşayan bu adam, elbette ki bazılarına göre bildik dışı defolu olarak da tanımlanabilir .  Sistemin bütün düzeltmelerine rağmen direnmiş, Allah’a kulluğu her türlü değerlerin üzerinde bilen, kelimenin tam anlamıyla bir alperendir bu adam.
               İşte böyle tanıdım onu. Hiroşimaya atılan bombanın bıraktığı çorak coğrafyalar gibi içanadolunun  ayazı tarafından kelleştirilen tepesi ilk akla gelen özelliğidir. Meğer içi maden olan tepelerde lüzumsuz haşereler yaşamazmış. İnsanın beynini gıdıklayan fitne fesat kötülük orada barınamazmış. Ben ini vermiş rüzgarlara alsın götürsün yadellere diye .Elinde çantası içinde tebliğe davet yazılı parşümenler...Üstü başı gösterişi olmayan ama temiz giysiler, tabana kuvvet, bir oraya bir buraya…
Olgun yaşına rağmen küçücük problemlerin halli için kırk kapıyı çalma hoşgörüsü içinde belkide ayakları şişen bir adamdan bahsediyorum dikkat edin.  Her türlü eza ve cezalara karşı mübalasız, tanıdığım için söylüyorum, şikayetsiz ve şükürlü bir kabul…
Yalanı dolanı olmayan net bir şekilde görünen bu haliyle tanıyanların nezdinde muazzam bir güven oluşturan bu adam, kesinlikle gönül   devletinin sevgi vatandaşıdır. Ahh birde randevularına zamanında iştirak etse… Şu sıralar mevcut sistemde yine üçlü imzayla devlet olan bu adam, unutmasın ki dostlarının gönlünde  kırmızı pasaportla pervasız giriş-çıkış vizesini kendi gönül devletinin sultanında çoktan almış bile. En büyük olanda budur. Diğerleri gelip geçici,  ancak imtihan için var olan med-cezir dir.
               Son gördüğümde resmi elbisenin içinde tonton amca sevecenliğinde UMUT’ a icabet edenleri nezaketle karşılamakta idi. Ortaya çıkan tablo karşısında, sancı sonucu oluşan mutluluk, sanki onunda yüzünde hissediliyordu .Bir şeyler yapabilmenin vermiş olduğu hazzı yaşadığı belliydi.
                Umut Derneğinin umudu, kurucusu, teorisyeni ve dahi hamalı ey güzel insan, sıcaklıgınla bizleri ısıttın. Yeni mekanlarda  bu yönünle sana ihtiyacı olan insanlara da UMUT vermen, onları da “YAKAR” duruma getirmen dileğiyle yeniden bir SABRİ YAKAR  olman için bütün kalbi rikkatimle seni ona emanet ediyor, taze görevinde başarılar diliyorum.
 Unutma ki sen bir markasın…        

SİSTEMLERİ TARTIŞMAK - (Eğitimci, Araştırmacı - Yazar) Sıddık DEMİR

SİSTEMLERİ   TARTIŞMAK
                                                                                    ddık DEMİR
  İlkelere uyulmaz ise, yaşanılan ilke olur. Üzerinde tartışılmaksızın kabul gören değerler, doğmalar, belki tartışılmaya açılabilir. Sürekli sözler söylenerek mütemadiyen gündemde tutulan kıymetler ise mutlaka daha değer kazanır. Mesela Mevlana  için;
 Derler ki; ‘Moğollarla işbirliği yaptı. Hemen yanı başındaki yerleşim yerleri olan Kayseri,rşehir havalisindeki Ahi’ler Moğollara kafa tutarak yer yer kanlı savaşlara girmişler ve on iki bine yakın taraftarlarının şehit olması karşısında O, Moğollarla sulh yaptı. Dindaşlarının rılması karşısında kılını bile kıpırdatmadı’ derler.
Derler ya ;
Karşısında birileri de; ‘Eğer Ahi’lerin safında yer almış  olsaydı,rılan yalnız on iki bin Ahi dervişlerine ilaveten kat be kat Konya Mevlevi dervişlerinin de olacağını bugün itibariyle tarih yazacaktı. Ve biz bugün Ahi’lerin yanında yer alarak ,o muazzam gücün karşısında bile bile o kadar insanın yaşadığı Konya’nın zararına sebep teşkil ettiği için Mevlana Hazretlerini yine tenkit edecektik. Üstelik Hz. Mevlana bir mutasavvıf  bir gönül adamı. Elinde ki tek malzeme insan. Onu nasıl kıran ve kırdıran karışıklık içine atar. Bu işin aktörlüğüne nasıl soyunur. O ancak yönlendirici fikirler beyan eder. Kendisi askerde değil, savunma ile ilgili vazifeli kurumlar vardı’ derler.
Velhasıl el insaf;
Koca Mesnevi’de ne muazzam sözler eder, anlamı asırları kucaklayan, ama onu bile anlamadan, bir ‘kabak’ olayının zahiri boyutunda gezinir dururlar. ‘Enel-Hak’ diyen Hallac-ı Mansur, şeri ölçülere uygun anlam ifade eden “Ben Allah’ım” der mi hiç? ‘Enel-Hak’ ifadesine yüklediği anlamı öyle zannediyorum ancak Ledün ilmi sahipleri anlayabilir.
Boyut farkı…
İlk eksende akli ürünlerle bütün gerçeği kavradığını zannederler… Bu yolda mesafe kat ederek kazanılan metafizik gerçekten haberdar olmamaları veya o alemi yok kabul etmeleri bu alanın yok olması anlamı elbette taşımaz. Hz. Mevlana sanki geleceği görmüş gibi kendisi veya benzeri durumda olan diğer kardeşleri için söylediği; ‘Sinede söylenmeyecek öyle sırlar  var ki, bu sırları zahirin alimlerine söylesek  katlimize fetva verirler. Cahil halka söylesek bize putperest derler, kafir derler.’ demektedir.  
Bu arada üzerinde durulması gereken ‘Zahirin alimleri’ dir. Akli ilimler, akıl ürünü olan bilgilerle yüklenmiş olanlarr. Mevlana Hz.’leri, zahiri yani kelam alimlerini yok saymıyor, onları aşağılamıyor. Yalnız bir alt boyutta ahkam kestikleri için onlara hakikatin gerçeğini anlatmakta sıkıntı çektiğini ifade ediyor. Netice ne olursa olsun diyemiyor, sırların ifşacısı olma durumda olmadığını ifade ediyor.
İtham ettiği akli ürün alimlerini tetikleyerek, boyut değiştirme noktasına yani ‘Ay-nel yakından Hak-kel yakına’ ulaştırmak belki de hedeflenen şeydir. O’nun ‘Zahirin alimleri’ olarak sınıflandırdığı bu kategorideki düşünce adamlarını yok sayması zaten düşünülemez. Çünkü günümüzde bile kendisine ölçülü veya ölçüsüz yaklaşan “Zahirin alimlerine” taş çıkartacak derecede zahiri ilimlere zaten vakıftır. Bu konuda zirve olduğunu bilmeyen yoktur. Eleştirel olarak yaklaşanların bir kısmı sanki basiretleri bağlanmış gibi bu noktayı bile hesap edemiyorlar gibi geliyor bana.        
Derlerki;
Kur-an’nın ledünni muhtevası, ancak O’nda bütün varlığın sesini duyabilenler ve O’nun derinliklerinde insan ruhuna ait korku ve ümit, tasa ve sevinç, keder ve neşe musikisini  birden dinleyenler anlar. O’nu sanki kendine inmiş gibi dinleyebilen zaman üstü ruhlar, O’nda cennet meyvelerinin lezzetini, Firdevs bahçelerinin renk ve güzelliğini tadar ve görürler.*Zahirin alimlerine bunları  anlatamamak, doğum öncesi bir çocuğa dünyayı anlatamamak gibi bir şey olur.
Evet  boyut farkı…
Ha siyasetten eleştiriliyorsa, bu işi bu açıda değil siyaset sosyologları eleştirmelidir.pkı günümüz alimlerinden Fethullah Gülen Hoca’nın da bu anlamda eleştirilmesi gibi. Sayın Gülen’in ilmi karşısında şapka çıkartmayan alim pek azdır. Onun için, kurdurttuğu teşkilatlar sayesinde Müslüman Türk insanı kültürel anlamda en büyük yayılmacılığı sağlamıştır. Onun bu yapısal oluşumu ister kabul edilir isterse edilmez ama bal gibi bir devlet siyasetidir. Günümüzde devletlerin bile yapamadığı bu türde organizasyonu ,yeni üniversite bitirmiş, henüz dünyadan habersiz iki gencin gittiği ülkede o ülkenin en yüksek makamları tarafında, üstelik iltifatlarla karşılanan bu gençlerin oynadığı rolden, kendilerinin bile haberdar olmayışını nasıl izah edebiliriz. Dünyanın küresel güçleri arasında yerini almış bir aktör gibi bu anlamda yol alan diğer çevresel güçlerle teması ve tutunabilmesi küçük bir olay mıdır? Küresel ölçekte sistemlerle mücadele ederek hakkıyla müesseseleşen bu evrensel projeyi  Türkiye  ölçeğindeki her bürokratın  veya aydın grubunun bunu anlaması kolay mı?...
Tenkit muhatabı olgunlaştırır.
Sayın Gülen’e adam gibi tenkit yönetemeyenler ‘irticacı’ veya ‘ajan’ deyip  geçiyorlar. Bizim askerimizin ‘irtica’ diye dillendirmelerindeki kasıt, meğer Sayın Gülen cemaatinin bu türde küresel duruşunaymış. Organize ve teşkilatçı yapısına olan korkudanmış. Oysa İslam’ın en aydınlık en modern, çağa uygun duruş ve yorumu olan Gülen hareketi, bu Milletin sevdası olmuştur. O dünya ölçeğinde bu milletin kültür politikasını yürütmektedir. Asırlardır işleyen misyonerlik faaliyetlerine karşı, getirisi Anadolu’ya olan örgütlenmeyi hangi izan hangi insaf istemez.
Denilebilir mi; Amerika,  Irak Afganistan ve Filistin deki Müslümanları ezerken, Sayın Gülen Hoca bu eylemi tasvip edermiş gibi onlarla işbirliği yapıyor. Buna bu anlamda  işbirliği denir mi? Kontrol edilemeyen bir güç, karşısına geçersen anında destek verdiklerinle beraber yok olursun. Yanında olursan, bari yavaşlatma şansın var. Kendin yok olmadığın gibi ortak değer taşıyan insanların da daha az zarar görmesi sağlanabilir.
İşte siyaset budur.
Hazreti Mevlana-Moğol işbirliği denilen temaslar da aynı çerçevede işlenmelidir. Asırlardır Müslümanların peygamberi eleştirilmiştir de değerinden ne kaybetmişse, onların varisleri durumunda olanlarda aynı şeyleri kaybetmiş olurlar. Hal böyleyken niçin ayni kumaşın parçalarınca bütüne yönelik faydasız çalışmalara devam edilmektedir. Demek ki bu da onların imtihanı olmaktadır. Sistemleri tartışmak yerine ‘olaylarla’ oyalanmanın beyinleri de geliştiremiyor oluşu, şu kısır fikir hayatımızdan da görünmektedir.
Müslümanlar siyaseti, olmazsa da olur anlayışıyla, ihmal ettikleri için, bu duruma düşmüş olamazlar?. Ticari siyaset ,kültürel siyaset ,uluslar arası siyaset ve iç bünyede siyaset…  Evet bilinmesi gerekli envai türlü siyaset… Vesselam… (*Sızıntı sayı333.)