12 Aralık 2015 Cumartesi
7 Aralık 2015 Pazartesi
DEMİRCİ HALİL - Sıddık DEMİR
Sıddık DEMİR
Erzurum’un merkezine bağlı bir
kasabada yaklaşık yüze yakın çeşitli rütbede askerlerden oluşan bir karakol.
Şuna askeri bir birlikte diyebiliriz. Karakol komutanı Kahramanmaraş - Elbistan nüfusuna kayıtlı
genç yaşta biri. Birliğine kısa dönem askerlik görevini ifa etmek için Afşin - Dağlıca’lı inşaat mühendisi Emre
Gülbey adında bir asker gelir. Bir aylık olan acemi birliğinde eğitimden
geçtikten sonra geri kalan dört aylık
mecburi hizmeti için bu kasabadaki birliğe gelen Gülbey ;
Hemşericiliğin
yanında ılımlı, uyumlu görgülü bir kişilik yansıttığı için komutanının gözüne
çoktan girmiştir bile. Resmi görevinin dışında, arkadaştan da öte, aynı
toprağın insanları olması, ayrı bir ilişkiler yumağının gelişmesine neden olur.
Gülbey burada geçirmesi gereken zamanın en güzel bir şekilde geçtiğini daha
sonraki hayatında sıtayişle bahsedecektir hep. Bir gün;
Komutanının
babası oğlunu ziyaret için Erzurum da ki birliğe kadar gelir. Oğlunun makam
odasına geldiğinde Gülbey’le tanışır. Adamcağız olgun yaşta, görmüş geçirmiş biri. Elbistan - Afşin
ovasında ki her dağın, her tepenin hatıralarıyla beraber, tarihe mal olmuş
kişilerinin, durumlarının farkında olarak yaşamışa benzer görünmektedir.
Oğlunun
dışında aynı toprağın bir neferi ile diyarı gurbette karşılaşması, derinine
sohbet etmesine vesile olur. “Evladım hangi köydensin” sorusuna “Maravuz’luyum
amca” cevabını alması üzerine adamcağız “Senin yaşın küçük, biz biliriz, o
köyde bir Demirci Halil adında yiğit, misafirperver, gölgesine sığınılır,
çevresinde ki alimlere oldukça düşkün, geleni gideni, yiyeni içeni hat safhada
bir muhterem zat vardı. Ben küçüktüm ama babamla olan birtakım hatıraları
nakledilirdi bizim evlerde. Böyle birini hiç duydun mu?” dediği vakit Gülbey;
amcacığım bahsettiğin kişiyi fiziki olarak tanımam. Ben doğmadan çok önceleri
rahmeti rahmana kavuşmuş. Ancak şunu hemen ifade edeyim; Demirci Halil
dediğiniz zat benim dedemdir. Bize köyde Demirciler derler. Benim soyadım da
Demir’dir. Şu anda inanılmaz bir duygunun içine ittin beni. Evet, bende
babamdan işittiğim kadarıyla bölgemizin kültürüne yabancı değilim. İstersen
gerek Dedemle ilgili gerekse diğer güzelliklerimizle ilgili sohbet edebiliriz.
Adamın
gözleri parlar. Yüzünde ki olumlu ifade ile ağzının silüetine yayılması uzun müddet
devam eder.
-
Bahtiyar olurum evladım diyerek kendi kendine; “şu Allah’ın işine bak, oğlumu
ziyarete geldiğim vakitlerde ayaküstü uğrar hemen dönerdim. Ama şu an
itibariyle bende hep hayranlık uyandıran koç gibi bir adamın torunu ile sohbet
etmek elzem oldu” diyerek ayaküstü olan bu tanışma faslını bırakarak kendine
gösterilen koltuğa yayılır.
“Gülbey
evladım, bir baba olarak komutanının adına inisiyatif kullanmak yapmış olduğum
iş değildi. Ancak yarın Elbistan’a döneceğim. Onun için sen şu işlerini bir
kenara bırak da şöyle karşıma otur lütfen,
sohbet etmek isterim. Eğer bir mahsuru yoksa evladım” diyerek Gülbey’in
de karşısına oturmasını sağlar. Bu konuşmalara şahit olan Komutan oğul; “Ne
demek babacığım, siz sohbetinize devam edin. Kimse sizi rahatsız etmez. Güya
beni görmeye geldin ama iki laf edemedik. Anlaşılan toprağın hatıraları seni
aldı götürdü. Ben geç geleceğini evdekilere bildiririm. Sen müsterih ol
babacığım”. diyerek makamının dışına çıkarken, “her on dakikada bir çaylarını
ihmal etmeyesin” diye nöbetçi askeri uyararak başka işlerine döner. Baş başa
kalırlar.
Gülbey;
sohbete bir yerden başlanması gerektiğinin farkında olarak, sükûtunu bozmadan
Adam; “seni dinliyorum evladım. İşe ailenizden başlayabilirsin” uyarısıyla
Gülbey bildiği kadarıyla anlatmaya başlar.
- Bizim sülalemizin nihai dayandığı yer İran
Horosan’ı imiş. Öyle söyler babam. Söyleyeceklerimi babamdan duyduğum kadarıyla
nakledeceğim. Bu anlamda benim özel bir araştırmam yok. Büyük büyük dedemiz Kara
Memet, Kayseri-Pınarbaşı’nda kısa bir süre ikametten sonra bugün bildiğiniz Afşin’in Maravuz köyüne
yerleşir. Malumunuz sonradan köyümüzün adı ‘Daglıca’ olarak değiştirilmiştir.
Kara Memet Dede elinden ve dilinden maharetli olduğu için kısa sürede köyün
Demircisi olur. Kendinden sonra bu mesleği oğlu Mustafa devam ettirir. Böylece
sülalenin adı ‘Demirciler’ olarak bilinir. İşte sizin adını duyduğunuz Demirci
Halil, Mustafa Dedenin dört oğlundan ikincisidir. Ağabeyi Memet Yemen’de
askerlik yaparken şehit düşer. Adı küçük kardeşe verilir ki ismi yaşasın diye.
Halil Dedemizin iki tane de kız kardeşi vardır. Sarızın Büyük Söbeçimen köyünde
dayıları vardır. Baba ve ana tarafları Avşar Türkmenlerindendir.
Halil
Dede ile ilgili birbiriyle bağlı olmayan bazı anekdotlar aktarmak isterim.
Kendisi uzun dönem muhtarlıkta yapmıştır. Döneminde köyün Aksaçlıları
diyebileceğimiz Kalenderler kabilesinden Haşim Ağa, Kasımlardan Mustafa,
Keşirlik denilen bölgede Karapalta, Öksüzlerden Kel Bayram, Yakuplardan Kör Omarın
Memet, Hoca Derviş, Velikalerde Ali Çavuş, Köselerde Ali Kağ, Topaktaş
mezrasında Abidin, Dervişler kabilesinde Bekir, Kırlarda Feramiz başta olmak
üzere, ileri gelenler nezdinde Demirci Halil’in ve Haşim Ağan’ın yerleri bir
başkaymış.
Demirci’nin
meclisinde, zaman zaman köy dışında, yani Elbistan- Afşin - Sarız yöresinden
seçkin insanlarda bulunurmuş. Bunlardan Afşin’de Menzoğlu Ahmet adında yörenin
en büyün alimlerinden biriyle, Sarızlı Bakı Hoca namıyla tanınan büyük bir zat,
sık sık uğrayarak uzun süre sohbet ederlermiş. O dönem için iki türlü geçim
şekli varmış. Biri tarım yani çiftçilik, diğeri ise zenaatmış. Dedemin babası
Mustafa, Demirci olduğu için ölünce tezgâhın başına Halil Dede, büyük oğul
statüsüyle geçmiş. Zenaat sahibi olmak önemli bir maharet olduğu için, zenaatı
olanlar, icra etikleri müddetçe o günün şartlarında geçimi en iyi
olanlardanmış. Sürekli ihtiyaç duyulan bir meslek mensubu oldukları için köyün
hali vakti yerinde olanların ilk sırasına giriyorlarmış. Halil Deden’inde bunca
masrafları ancak öyle karşılanırdı herhalde. Hani derler ya “sefaletten asalet
olmaz” bu laf çok doğrudur. Geleni gideni, yiyeni içeni ağırlayıp memnun
edemezsen, kuru gürültüyle işler yürür mü?. Bu kadar sevilip sayılabilir ve
sözün kanun gibi geçerli olur mu?.
Mesela;
köylüsünde biri, sizin Elbistan’da bir esnafı dolandırır. Esnaf bir türlü bu
zata ulaşamaz. Sonunda dükkânını kapatarak bu adamın köyü olan Dedemin köyüne
gelir. Mağduriyetini, gördüğü, karşılaştığı her köylüye anlatarak borcu olan
kişiye ulaşmak ister. Adamı bulamaz, çünkü adam haberdar edildiği için sürekli
yer değiştirir. Derler ki; “bu böyle olmaz Demirci Halile git derdini ona
anlat”.
üyük
bir çaresizlikle Demirci’nin huzuruna çıkar ve derdini anlatır. Kaç lira
borcunun olduğunu öğrenen Demirci, elini cebine atarak adamın alacağı olan
parayı öder ve der ki; “Sen benim misafirimsin. Bir densiz sana yanlış yapmış.
Bu köylüm adına senden özür diliyorum ve borcu olan alacağını ödedim. Var git
kardeşim. Birazdan bu sahtekâr köylüme haber salacağım. Görelim bakalım borcunu
nasıl ödemez” diyerek adamı yolcu eder.
-Sonra
parayı alabilmiş mi sorusuna Gülbey; Ne demek amca, bir gün sonra o adamın
kendisinin içinde olmadığı aile efratlarından bir grup, özür yazırla huzura
gelerek ödemeyi yaparlar. Esas borç sahibi malum kişi ise Demirci’nin meclisine
bir daha uğrayamaz.
Halil
Dedemin üç hanımı varmış. İlk hanımı Kalenderlerden Sivri Bekir’in kızıymış.
Demirci Dede bu kızı kaçırarak evlenmiş. Büyük çocukları bu hanımdan olup
Kalenderlerin yeğenleri oluyorlar. O zaman babası Mustafa Dede hayatta olup
bayağı zenginmiş. Kalenderler sayısal anlamda büyük bir kabile olduğundan
Dedemin birkaç sürüsünü kendi kapılarına çekerler. O zaman itibariyle bir sürü
en az 150-200 arası koyun- keçiden oluşurmuş. Başlık parası olarak buna göz
yumulmuş ve sulh olunmuş. Bu evlilikle Halil Dede kendisini daha güçlü
hissedermiş.
Akabinde
Kırmızı Hüsne adıyla bilinen köyün en güzel hanımı ikinci karısı olmuş.
Kırmızı
Hüsne’nin hikâyesi çok daha vahimdir. Kendisi Öksüzler denen kabilede gelindir.
Kel Bayram adıyla maruf ileri gelenlerden bir zatın ağabeyi ile evlidir.
Kırmızı Hüsne yaşı on sekiz olmadan üç kız çocuk anası olur. Beyi de askerlik
çağında genç bir delikanlı. O dönem evlilik yaşı çok küçük olduğu için bu durum
günümüzde yadırganabilir. Kırmızı Hüsne Ebemizin kocası üç çocuğunu geride
bırakarak askere gider. Mecburi hizmet, vatani görev, şu an bizim yaptığımız
gibi. Dönem imparatorluğun sonlarıdır. O zaman Devletimiz yedi düvele karşı en
az yedi yerde savaşmaktadır. Bizim askerinde nereye gittiği belirsiz. Aradan
tam beş yıl geçer. Kırmızı Hüsne,
kapısına dayanan postacı askerin verdiği haberle kocasının Yemen’de şehit olduğunu
öğrenir. Kısa bir süre sonra Kırmızı Hüsne Ebemiz töre gereği dışa çıkmadan
Şehidin küçük kardeşi Ahmet’le nikahı kıyılır. Dönem çok çalkantılı dönemdir.
Gençleri bir milletin kaderini değiştirmek için tapır tapır düşerken, zevki
sefa içinde sıcak yataklarında uyanmak zül gelir ya insana, işte böyle bir haleti ruhiye içinde Ahmet’de
askere alınır. Maravuz dağlık bir köy olduğu için isteseler gitmeyebilirlermiş.
Asker kaçağı olarak savaş sonrasına kadar beyhude yaşama imkanları varmış. Ama
gönüllülük, topraklarına ‘Yad’ ayağı bastırmamak bugünde dünde bir kültür, bir
inançtır be amca. Bir sene sonra yine Kırmızı Hüsne Ebenin kapısı askerlerce
çalınır. “Kocanız Ahmet Dersim’de şehit düştü” haberi verilir.
Oğlan
mı kız mı? Hakkında bir bilgisi olmadan hamile karısını bırakıp askere giden
Ahmet’den de bir kız çocuğu olmuştur Kırmızı Hüsne’nin. Böylece yaşı yirmi
olmadan dört kız çocukla yine dul kalan Hüsne Ebemiz tam oniki yıl çocuklarını
büyütmekle meşgul olur. Ardı ardına iki kocayı da şehit veren bir kadını, bir
anneyi, babasız kaderi kucaklamaya hazırlanan dört kız çocuğunu ve aynı ocaktan
yani iki kardeşin ayni gayeyle şahadetini bir düşünün. Bir eşin, bir ailenin,
bilumum yokluklar içinde hayat mücadelesine hazırlanan çocukların, sevgisiz,
şefkatsiz büyüyeceği bir aile ortamı… Allah Hüsne ebeye yardım etsin. Çok çocuklu olmasına rağmen isteyenide çok
olur. Hani derler ya ‘yıllanmış şarap gibi’ kendi güzelliğinin farkında ve yaşı
otuz beş bile olmamış.
Onun
gönlü “olursa Demirci Halil yoksa hiç kimseyle mümkün atı yok” dermiş. Ve
nitekim Demirci Halil’in ikinci hanımı oluvermiş. Bahtsız Güzelana, kadersiz
Güzelana… Ölünceye kadar bu evlilikle biraz güngörmüş. Kendisinin çok güzel
olması dolayısıyla çocukları ve torunları hep Güzelana dermiş. Kızlarını
Demirci’nin yanında iken gelin etmiş. Hatta büyük kızı Şerife’yi Demircinin en
küçük kardeşi Kürdo lakaplı Memet ile evlendirmiş. Yemen’de şehit olan Memed’in
adını olan Memet.
Üçüncü
hanımı da son dönemlerinde hizmetinde bulunmak kaydıyla alelade birisiyle olur.
Geri kalan ömrünü bu hanımla geçirir. Mezarı Osmaniye’dedir.
“ Gülbey evladım hele şu çaylarımızı
soğutmadan bir içelim” uyarısıyla Gülbey’de ardına yaslanarak sohbetine ara
verir. Bir müddet sonra;
“Evet
evladım çaylarımızıda içtik. Derler ya; zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.
Keşke biletimi almamış olsaydım. Çünkü seni mütemadiyen konuşturduğumun
farkındayım. Ne olur kusura bakma. Şunu da merak ediyorum, Demirci Halil’in
ailesi ile ilişkileri nasıldı? Kendinden sonra yerini tutabilecek evladı veya
torunu var mı, veya olacak mı”?
Amca
benim söylediklerim sizde bir kanaat oluşturmuşa benziyor. Şu anlatacaklarım
belki rahatsızlık yaratabilir bizim aile meclisinde konuşsam. Sizin karşınızda
ise ıkınmama veya sıkılmama gerek yok. Şunu ifade etmek isterim. Ne yazık ki
Demirci dedemin yerini doldurabilecek bir evladı veya kardeş çocukları
olmamıştır. Evlatlarının bugünkü halini imkân olsa da kendine gösterme
fırsatımız olsa pek memnun kalmazdı herhalde. Demek ki olmazsa olmuyor. İlla ki
âlim babadan âlim evlat olacak değilmiş.
İnsanın kemiklerini sızlatan evlat da oluyormuş çoğu vakit. Hani
günümüzde çiftçilerimizi ilgilendiren bir durum var. İthal domates tohumunu ilk
ekmede çok mahsul alırsın. Bu mahsulun ürününde elde ettiğin tohumdan da çıkla
zarar edersin. Genetiğiyle oynanmış
olduğu için ikinci dönem mahsulde hep
dışa bağımlısın. Bu tohumlar genelde israil’de ithal edilen tohumlardır ve
ikinci ürün olmaz. Yani ikinci kuşak melezleşmiş de ondandır. Ama yes’e düşmek
haramdır dinimizde. Zalim olandan da alim zatlar beklemek mümkün. Göl dibinde
su eksik olmaz derler ya, Halil Dedenin sülmünden, torunlarından böyle büyük
adam çıkar mı, zamanla göreceğiz.
Kardeşi
Kürdo Memet’in damarından bu boşluğun doldurulduğu söyleniyor. Bu anlamda adam
gibi adam olanda var elhamdülillah.
Halil
Dedenin küçük kardeşi Kürdo Memet yemende şehit düşen kardeşinin adını taşır. O
da demircidir. Babası rahmetli olduğu zaman köyün ikinci bir demirciye ihtiyacı
olmadığından kardeşi Memet, Gürünün Camılıyurt köyünde mesleğini icra etmek
için o köye yerleşir. Bu köy Kürt köyüdür. Kürtler Demirci Memet’i çok sevdiği
için ‘Kürdo’ lakabını verirler. Böylece Kürdo Memet ölünceye kadar, öldükten
sonra da lakabıyla anılır. Mezarı Tanır köyündedir. Kendisi Halil ağabeyine
göre daha zayıf bir pozisyonda olup çocukları da onu aşamamışlardır.
“Evet yine çay molası evladım” uyarısıyla
çaylar içildikten sonra Gülbey devam eder;
-
Yurt dışına işçi göndermek için ilçe Kaymakamının köyler arasında taraf tutması
üzerine itirazını yüksek perdede ilgililere duyuran Demirci dede tesadüf olacak
ya Kaymakamın tayininin çıkmasına sebep olur. O dönemde Devletlünün kılıcının
sağı da solu da keskin olduğu, insanların onların her dediklerini emir kabul
ederek yerine getirdiği, yani itaat kültürünün zirvede olduğunu düşünecek
olursak, Halil Dedenin böyle bir şeye vesile olması inanılır gibi değil. Nice
sonraları Maraş’a Vali olarak atanan bu Kaymakam, ilçeleri teftişi sırasında
Afşin Maravuz köyü arasında, Kuruhan denilen yerde Dedemle karşılaşırlar. Resmi
arabanın çıkardığı ses ve toz duman, atıyla Afşin’e giderken, Demirci dedenin
atının ürkerek yan tarafta ki tarlaya düşmesine sebep olur. Vali bey Demirci’yi
tanır. Makam arabasından inerek yanına, “beni tanıdın mı Demirci, ben Kaymakam
iken sürdürdüğün adamım. Şimdi ise Vali olarak Maraş’a geldim” diye öfkeli bir
eda ile çıkıştığı söylenir.
Yine
bir defasında İslam âlimi Menzoğlu Ahmet Efendi ve Sarızlı Bakı Hoca’nın da
içinde bulunduğu bir kafile ile Afşin’in Örtülü köyünde Kabusoğlu Mustafa
isimli bir aşiret reisinin evine misafir olurlar. Ev sahibi hemen ikram için
bir koyun kestirir. Örtülü köyü alevi olarak bilinen bir köydür. Bundan
dolayıdır ki Kabusoğlu, ıkına sıkına misafirlerine bir soru sormadan edemez.
“Alevi birinin kestiği yenmez diye sizde bir kanat var. Eğer şüphe edenleriniz varsa, bizim kestiğimize
önem vermeden sizden biri bir başka koyun keserseniz yemekleri o koyunun etiyle
yapalım” deyince Demirci Halil dede;
“Mustafa
ağa önemli bir konuya parmak bastı.
Söylediği gibi düşünen az değil. Bunun doğru olup olmadığını şu an
aramızda bulunan Afşin Elbistan ovasının en büyük âlimi olan Menzoğlu’na bu
soruyu yönelterek cevabını alalım da işin doğrusu ne imiş öğrenelim” der. Çünkü
Demirci Halil, Kabusoğlu’na sık sık uğrayarak nimetinden istifade ettiği,
aralarında geçen bu konularla ilgili bozuk, bilinçsiz ve bilgisiz yanlış
yapılanmaların marazi olduğunu, çoğu kez
üzülerek gündeme getirdikleri için, birde bu konu hakkında alanında tahsil
görmüş bir âlim’den cevabını almak ister.
Menzoğlu
Ahmet;
“Dinimize
bir takım şeyler sonradan uydurularak sokulmuştur. Bu anlayış farkından dolayı
karşı taraf için söylenebilenler doğru kabul edilmiştir. Derken dinden olmayan
veya dini hiçbir hüküm bulunmayan birtakım bidatlar hayat bulmuştur. Şu anda
örneğini burada görmekteyiz. İnsan hadiselerin içinde sürüp giden bir hayatı
anlamak ister. Oysa zamanın geçmesi ile müminin kalbinde buna benzer yanlış
algılamalarla derin yaralar açılır. Misafiri bulunduğumuz ev sahibi, kestiği
bir koyundan yapacağı yemekler hususunda bu hissiyatı şu an için yaşamaktadır.
İkram etmek için çırpınıyor ve kendi emeğinin işe yaraması konusunda da
tereddütleri var. Zulüm görüyor bir nevi adamcağız. Bunun sebebi de din
algısından yenilenmenin yokluğudur. Eğer bir dini hayat kendini yenileyemez,
bidatlardan uzaklaşmaz, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni
ifade yolları bulamaz ise, insanlar ona olan ilgilerini yavaşça kaybedebilir.
Hatta bütünü ile yabancılaşabilir. İçinde tek Allah inancı olanların arasındaki
bu ve buna benzer yapılanmalar, algılar ve adetlerden bir an önce kurtularak
bizi ağırlamak için cansiperane gayret eden şu insan kardeşimize zulüm etmek
İslam da yoktur. Vesselam.” diyerek sözünü tamamlar.
Gülbey
kendisini pür dikkat dinleyen muhatabına; “İşte böyle amca, çok konuştum,
sıkılmadın inşallah” diyerek devam eder; “Ne iyi etdinde geldin buralara kadar.
Böyle bir yerde sizin gibi biriyle, yani bir başkasıyla kendi ailem hakkında
sohbet etmek benim için çok büyük bir onurdur. Buna siz vesile oldunuz.
Anlıyorum ki altının kıymetini sarrafı bilirmiş. Sizin kumaşınızda sarraf
olmalıdır. Aynı kanı taşıyanlardan, aynı dili konuşanlardan ziyade, aynı
duyguları, aynı asaletli duruşu sergileyenler, daha çok anlaşır ve
birbirlerinin kıymetini daha çok bilirmiş” sözü üzerine;
“-Evladım
Gülbey; şimdi anlıyorum ve bu sohbet sonunda görüyorum ki dedeniz Demirci
Halil’in ocağı şahsınızda sönmemiştir. Öyle zannediyorum ki onu da geçeceksin.
Bu potansiyel sende var evladım. Seni Allah’a emanet ediyorum. Hakkını helal et
yavrum” diyerek toparlanır.
Hacı Mustafa Yardımedici Hazretleri; Araştırmacı-Yazar, SIDDIK DEMİR
Hacı Mustafa Yardımedici Hazretleri
SIDDIK
DEMİR
Diyanet İşleri Bakanlığı’nın finansatörlüğünü
yaptığı “Sahibini arayan madalya” isimli belgesel mahiyet de arz eden K.Maraş’ın düşman işgalinde vermiş olduğu mücadeleyi
anlatan filimde gerçeğe uygunluğu tartışmasız kabul edilen “Ali Sezai” rolün de işlendiği gibi Kadir-i Şeyhi Ali Sezai Hz.lerinin iki halifesinden biridir Mustafa Yardım edici. Diğeri ise bir ömür tek
bir bağlısı dışında dervişi olmayan Sofu Ökkeş Efendi’dir.
Ali
Sezai Hz. aynı zamanda Maraş’da Ulu Camide kürsü şeyhliği (merkez vaizliği)yapmaktadır. Ali Sezai Hz.leri, yolunun takipçileri tarafından
büyük Şeyh Efendi olarak bilinir.
Mustafa Yardım edici Hz. küçük yaşta yetim
kalmış, ailesinin üzerine titrediği bir çocuk, genç yaşta dergahla tanışır. Şeyhinin
hizmetinde bulunarak zahiri ilimler konusunda kendini yetiştirir. Hocaları hep
Maraş eşrafındandır. Fevkalade düzenli ve temiz görünümünü hep muhafaza eder.
Onun için ilk dönemlerde arkadaşları kendisine “Süslü veya Apalak Mustafa” diye
hitap ederler.
Manevi olarak mesafe alabilmenin en
önemli yolu bir mürşide intisaptan ve o uğurda gayret göstermekten geçeceğinin
idraki ile Mustafa Yardım edici bir taraftan ailesinin geçimi için çalışırken,
diğer taraftan dergâhta ki yerini önemli hale getirmek için çok çalışır. Bu
gayreti Şeyh Ali Sezai Hz. lerinin gözünden
kaçmaz ve çok genç yaşta onda ki kemalatı fark ederek icazet verir.
Mustafa Efendi; Debbağ-dericilik sanatının imalata yönelik
olan kösgerlik, mesleği olduğu için, yaptığı ayakkabıları satarak geçimini
temin eder. Askerlik dönüşü evlendiği ve çoluk çocuğa karıştığı için köşgerliği
ihmal etmeden sekiz erkek bir kız
evlatla, sıradan bir esnaf intibası oluşturarak hayata devam eder.
Şeyhi Ali Sezai Hz. Hakka yürüdükten sonra
posta Sofu Ökkeş Efendi oturur. Mustafa Efendi, o dönemin sıkı takiplerinden -tedbir
gereği -sakındığı için eşiyle ve çocuklarının eğitimiyle uğraşır. Yapmış olduğu
ayakkabıları civar illere satmaya devam eder.
Bir gün yine böyle bir ticari kaygı
ile Adana’ya varır. İstirahat için konaklama yerine çekilir. İştirak ettiği
sabah namazı sonrası cami çıkışında, nurani yüzlü biri önünü keserek “Maraşlı
Mustafa Efendi siz misiniz” sualine “Evet” cevabını verince “Buyurun Sami Efendi sizi bekliyor”denerek
Hacı Sami Hz. lerinin huzuruna çıkarılır.
Hacı
Sami Efendi (Mekke’de Medfun) onu kapıda büyük bir muhabbetle karşılar. İzzet
ikramdan sonra karşılıklı hediyeleşirler, Sami Efendi Ona Nakşi’den, o da Sami Efendiye Kadiri tarikinden ders
tarif eder. Sami Efendi ile bir ömür oluşacak dostluğunun tanışmışlığın temeli
böylece atılmış olur.
Ankara’ya
İntikal:
Efendi Hz.lerinin çocuklarından biri
Diyanet teşkilatında memur olduğu için babasını Ankara’ya yanına gelmesi için
sürekli sıkıştırır. Ömrünün son demlerinden elim bir tertip gereği talihsiz bir
durumla hayatını noktalayan diyanet teşkilatı görevlisi oğul, babasının
Ankara’ya hicretinin zahiri sebebidir. Şems’in
Mevlana’nın , İskilipli İbrahim
Etem’in Mustafa Köksal’ın coğrafyasına
kadar zuhur etmelerinin rabbani tasarrufu geniş kitlelerce o dönem için
bilinecek değil ya… Zahiri sebepler görünüşte insan hayatında ki sebep sonuç
ilişkisini tayin edeceği için ona sarılınır.
Efendi Hz.1953 yılında Ankara’ya ailesiyle birlikte gelir. Kendisi
Maraş’ta sanki kamufle edilmiş,
gizlenmiş ,tanınma derecesi zayıf bir kişilikten Ankara’ya intikal
etmesiyle tam tersi bir dönüm yaşanır.
Bu değişikliğe tasavvufi kültürde
“uzlet ve halfet” hayatı denir. Uzlet hayatın bırakılarak halfet hayatının
yaşandığı Ankara da ismi duyulmaya ve bağlılarının sayısı artmaya başlar.
Sürekli namaz kıldığı cami imam-hatibi
oğlu olduğu için ona oğlum “Cemaatin
içinde Marangoz Galip Efendi adında bir zat var mı? Ben onu arıyorum bulunca beni haberdar et”
diyerek arzusunu bildirir.
Marangoz Galip Efendi ise;
Maneviyatın da emri ilahi gereği büyük Şeyh Ali Sezai Hz. postunun gelecekteki
sahibi olacak gönül eri, Mustafa Efendinin sırtında ki yükün varisi. Bir ulu
zincirin büyük halkası , olacaklardan habersiz için için yanmakta, halden hale
sürüklenmekte, Rabbi ile halleşmede, önce kokusunu hissettirerek, bilahere
cismaniye tinin beklenmesin de ki sabırsızlık veya gösterilen sabır…”Yeter
artık dayanamıyorum” irticası “gönderiyorsan gönder de bir an önce bu hasret
bitsin” diye yapılan gönül imbiğinde ki
feveranlar…
Oysa Galip Efendi; Öz amcası, altı tarikat ulularından
icazetli Kara Şeyh adıyla bilinen Hacı
Bekir Kuşcuoğlu, amcasının halifesi ve postnişini Ali Haydar Ahıskavii, onun da
yerini dolduran yine altı tarikattan
icazetli kayınpederi Şeyh Mustafa Andaç
hz.lerinin aile oluşturduğu bir manevi ortamın aile fertlerinden biri olduğu
halde tertibi ilahi gereği sahibini
bekler.
Galip Efendi; Emrinin altında onlarca insanın çalıştığı
Ankara Saman pazar’ındaki atölyesinde verilen siparişleri karşılamak için gece
gündüz alın teri dökerek çalıştığı yerin yanı başında boş olan işyerinin
kiralandığını bilir. Kiralayan zatı daha önce hiç görmemiştir. Ama temiz nur
yüzlü bir görünüşü olan bu zatı ara sıra iş yerine girip çıkarken selamlaşma
dışında tanışıklıkları olmaz.
Böyle merkezi bir
yerde kiralanan bu işyerinde uzun dönem hiçbir işle iştigal edilmediğini
dışarıda müşaade eden Galip Efendi kendi kendine “Burayı kiralayanlar deli mi
akıllı mı bir türlü anlayamadım , bunca zaman geçmesine rağmen hiç iş
yapılmıyor, dükkan kiralandığı gibi duruyor, acaba bunların maksatları ne ola,
elbet bir bildikleri, yapmak istedikleri
vardır” gibi sözler sarf etmekte de geri kalmaz.
Mustafa Efendi Ankara’da kaldıkları
müddet içinde başta devlet ricallerinde olmak üzere maneviyat ulularından Hacı
Sami Efendi, Süleyman Hilmi Tuna han , Said Nursi gibi yüksek maneviyatta
zatlarla sık sık görüşüp muhabbet eder. Bu ulu zatlara ev sahipliği yapar,
memleketin gidişatı hakkında ümit var bir gelecekten sitayişle bahseder. Kendi
dönemlerinin istibdat veya baskıcı unsurlarının ortadan kalkacağını yerini çok
daha özgür bir ortama bırakacağı hususun da
moral verici sohbetler ederler. Yakınlarına “Beni Şeyhimin vefatından
sonra yetiştirdiler” der. Kendisinin de yetiştirmede memur olacağı şuurla
aşığına dogru mesafe aldığının farkında olarak zamanın keşiştiği an marangoz
Galip Kuşcuoğlunun;
“Yeter artık dayanamıyorum ya
gönder sahibimi rahatlayayım ya da al canımı da bu istek arzu çile bitsin”
babında yakarışta bulunuşu hissettirilir.
O gecenin sabahında büyük bir
belirsizlik içinde iş yerine varan Galip Efendi tam da iş hazırlığı yaparken
atölyenin kapısının ağzında iki kişi belirir. Birinin elinde Kur-an, diğeri
onun biraz gerisinde elleri bağlı. Galip
Efendinin meraklı bakışları altında Besmele
çekilerek içeri girerler.
Galip Efendi ara sıra selamlaştığı
yanı başında ki işyerini kiralayan adamı tanır. O adam Mustafa Efendi dir. Söze
“Galip Efendi oğlum ben seni yetiştirmek üzere görevlendirildim, senin nasibin
bizdendir. Bundan gayrı sen bizim manevi evladımızsın, mübarek ola” dediği
andan itibaren Galip Efendi den o kadar rahatlama olur ki bütün dertlerine, bütün manevi buhranlarına
ilaç olan bu buluşma onun adeta ayaklarını yerden keser. Kuşlar gibi hafifler.
Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun…
Defalarca tekrarlar.
Metafizik zuhuratı:
K. Maraşta iken bir gece çocuklarından
Şevket Efendinin yattığı odanın kapısı açılır biri uzun boylu iki kişi girer.
Meraklı bakışlarla gelen kişileri süzen
Şevket Efendiye “Oğlum babanız iyi adamdır, onun kıymetini bilin” derler
ve çıkarlar. Bu durumu sabahleyin babasına anlatan Şevket Efendi şu cevabı
alır.
“Oğlum uzun olan Abdulkadir Geylani, kısa
olanı da Ahmet el Rufa-i Hz.leridir. Hanemizi ziyaret etmişlerdir, sana
görünmüşlerdir, bu senin için çok güzel bir manevi zuhurattır bilmiş olasın”
der.
Çocuklarının dönemin olumsuzluklarından
etkilenmelerini arzu etmediği için tasavvufi hallere aşina olmaları endişesiyle
metafizik örnekler verir. Çocuklarından Şevket Efendinin anlattıklarına göre
ocak başında yanan meşe korunu eliyle alarak “Bu ateştir, Allah emretmezse
yakmaz , bakın elimde bir yanma acıma var mı diyerek ateşi elinde uzun müddet
tuttuğu halde eli yanmaz. Öyle ki eliyle yanan korları karıştırır, nihayetinde
günümüzde tarikatlara karşı mesnetsiz ve yersiz düşmanlık var halk dahi böyle
bilir, Allah’ı zikreden Şeyhe ve dervişlere karşı manasız tavırlar var. Bunlardan
kendinizi korumanız ve olumsuz etkilenmemeniz için bir işaret olarak gösterdim
“der.
Onun en büyük manevi zuhuratı, Şemsi
Tebriz’i gibi, onca zamandır ızdırap çeken bir gönül erine hal atlatmaya vesile
olarak sıkıntılarından kurtardığı gibi
Galip Kuşçuoglunu bu alana kazandırmaya vesile olmasıdır.
Mustafa Yardım edici Hz. ömrünün son
dönemlerin de hac farizasını yerine getirir. Bu yolculuk dönüşü rahatsızlanır.
Doktoru tedavi için ameliyat önerir. Kendisi ameliyat gününden bir gün önce
“vücudumu yaramayacaklar” der ve o gün gelmeden rahmeti rahmana intikal eder.
Emri ilahi gereği ölüm döşeğindeyken halife olarak Hacı Galip Kuşçu oğlunu
kendi yerine tayin eder. Mezarı, Cebeci Asri mezarlığında olup İskilipli İbrahim Etem Hz.ile ayni mekanı
paylaşmaktadırlar.
Vesselamün alelmürseliyn, velhamdülillahi
Rabbül alemiyn.
Tanrıyla Savaşarak Yarı Tanrı Olmuş Sıddık DEMİR
Tanrıyla Savaşarak
Yarı Tanrı Olmuş
Sıddık DEMİR
Milat
olarak bilinen tarihten önce ki zamanlarda insanlığa öğretmen olarak
seçildiğine bir kesimce inanılan Zerdüşt adında ki bir bilge kişinin insanlığı
etkilediği bilinmektedir.
Benzeri rehber insanların tamamına yakını
ön Asya da çıkması bu bölgenin insanlığın beşiği olduğu konusunda kanaatleri
güçlendirir.
İrili ufaklı binlerce rehber insanın bu bölge
de seçilmesi, mücadelelerinde ki yerel değerlerin ve terimlerin daha da
önemlisi öğretilerin dilinin de bu bölge insanlarının dilinden olması çok tabii
bir durumdur.
Öyle ya; Yaratıcı yerel veya genel
anlamda insanlığı derinden etkileyen öğretilerin dilinin anlaşılmayan dilden
olunca muhataplarına göndermesi ne mümkün.
Bir kavim, kendi dilinden indiğine
inandığı öğretilere tamamen millileştirme çabasıyla yakınlık duyması, Yaratıcının
kendi dilleriyle şereflendirme durumu, kimliğinin gücünün vurgulanmasına
yorumlanarak yaşama direncini her daim geliştirme ve güçlendirme isteği
oluşturur. Seçilmişliğin duygusunu yaşar, hatta üstünlük bile iddia eder. Tıpkı
Yahudilerde olduğu gibi…
Türk Milletinin manevi coğrafyasında çok
gerilere gidilince yalnız kendi şahıslarına münhasır olduğu algılanan bir inanç
biçimi olan “şamanlık” günümüzde dahi etkinliğini bir nebzecik de olsa göstermesi
bir başka örnek olarak verilebilir.
Lokal olmayan, bütün insanlık şuuruna hitap
eden son Peygamberin dahi Arap kavminin yaşadığı coğrafya dan ve onların ekserisinin
anladığı dilden muhatap alınmaları, mensubiyet bakımından kendini dışta
hissedenler dahi bu evrensel öğretiyi onlara mal etmekten geri kalmazlar. Sonuç
olarak, Arap dili ile gönderilen Kur’an-ı Kerim, Arap ırkı tarafından güçlü bir
mensubiyet algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Arapların kimliklerini ve kültürlerini
güçlendirmiştir. Çünkü Yaratıcı, kendi dillerin de onlarla muhatap olmuştur.
”Hiçbir
kavim olmamış olsun ki Peygamber göndermemiş olayım” ifadesinden de anlaşıldığı
gibi Yaratıcı bütün kavimlere en azından bir Peygamber göndermiş olduğu tefsir
edilir,
Türk Milletine de Zülkarneyn’i Peygamber olarak gönderdiği konusu bugün bile
gündemden düşmemiştir. Zülkarneyn Peygamberin
yaşadığı dönemde “Han” olduğunu ilk defa Vani Mehmet Paşa adında Kürt kökenli
Osmanlı Vezirinden duyuyoruz. “Türk kavramının gelişmesi” ismiyle yayınlana
eserinde Prof.Dr.Aydın Taner hoca,
kendisi aynı zamanda iyi bir din alimi ve tefsirci olan Vani Mehmet Efendinin
bu konuda ki fikirlerini çok muhterem bularak yazılı kültürümüze tercüme eder.
Bu açıdan bakılarak kendi kavmine gönderilen
Peygamberlere daha yakın görülmek, fıtri olsa gerek. Yerilecek, ayıplanacak ve
küçük görülecek bir tarafı yoktur.
Gelelim esas söyleyeceklerimize:
Ön Asya ya bir kader olarak bağlanmış Kavimlerin
bugün itibariyle tamamına yakını Kur’an bağlıları olup Müslüman dır. Kur’an hitabıyla Nasranî ve Sabilerin dahi tek
Tanrı inancına sahip ama Şeriatlarının farklı olması, İslam dışı
sayılmayacağına göre, bu açıdan hepsi İslam olarak değerlendirilir.
PKK, Marksist bir felsefe ile ortaya çıkmış
olup bütün inanç esaslarıyla çoğu zaman alay eden, Allah’a şirk koşan, din
tanımaz bir oluşumdur. Gerek liderlerinin yazılı eserlerine gerekse PKK’ya
gönül vermiş bir kısım Kürt aydınlarının yazılı ve sözlü ifadelerinden
anlaşıldığına göre İslamı, Kürt kimliğini asimile eden Emperyalizm karşısında
direnç oluşturmadığı gibi emperyal milletlerin bir parçası yani emperyal Milletlerle
aynileşmeye zorlayan bir inanış olduğu için, bu öğretilere şiddetle karşı
gelinmesi ve örgüt nezdinde ta ki yeni bir inanış biçimi tesis edilene kadar
İslam la mesafeli durmayı kırmızı çizgi olarak görmektedirler. Çünkü İslam, ‘mücadeleci
ruhu zayıflatır ve insanların afyonudur. Millet gerçeğini görmezden gelerek
manevi damara bağlı, uyumlu ve ahenkli bir hayat tarzı ortaya koyar. O halde hızla
İslamı ve onun oluşturduğu kültürden uzaklaşmak lazımdır’ anlayışını din gibi
telakki etmektedir.
İlla ki
bir din dikte edilmesi gerekiyorsa o da ‘Zerdüştlük’ olması gereğine inanan
aydınları vardır. Bu kesimlerce denilir ki: ”Zerdüşt, İsa’dan da Muhammed’den
de asırlar öncesinde Kürtlerin içinden
çıkarılmış bir Kürt kökenli Peygamberdir. Ona mal edilen ve Kürtçe yazılmış “Avesta”
adında bir de kitabımız var, bu kitaba sarılırsak Emperyal bir din olan İslam’dan
korunmuş oluruz” türünde yorumlamaları vardır.
Mesela Musa Anter adında kürt kökenli bir aydının eserlerinde “Muhammed
ve İsa bize şefaat etmezlerse kendileri bilir, ‘Zerdüşt’ şefaatçi olarak bize
yeter” demektedir. Bilindiği gibi Musa Anter adında ki bu yazar meşhur İslam
alimi Abdülhakim Zapsu’nun damadıdır. Menfur bir eylemle öldürülmüştür.
Zerdüştlük
ve Avesta’da ki öğretileri çok daha feodal buldukları için özellikle ayrılıkcı Kürtlerin
Müslüman değil de keşke Hıristiyan olsaydık gibi iç geçirmeleri ne yazık ki
dillenmektedir. Bu zümrenin din diye bir kaygılarının olmadığını söylemek için
yukarıda anlatılanlara çok daha ilaveler yapılabilir.
PKK
hareketinin lideri, yazdığı eserlerinde ve savunmalarında din arayışı
içerisinde bulunan bazı Kürt aydınlarının aksine tamamen Tanrı tanımaz bir sendromun
içinde kendini gah yarı Tanrı, gah Tanrı’dan da üstün gah Peygamber veya Peygamberlerin
mücadelelerini örnek alan, onları taklit eden, hukuki anlamda kendini onlara
denk gören, durduğu yeri tam tayin edemeyen bir zat durumundadır.
Mesela; PKK
hareketinin başlangıç olarak 12 kişi ile kurulmasını Hz. İsa’nın 12 havarisiyle
çıkışına benzetir. Yine “Peygamberler gibi konuşmak onlar gibi mücadele etmek
nazarımdan çok kıymetlidir. Sonra Peygamberce ortada var olmanın neresi kötü ki”
diyerek bir taraftan “Tanrı’yla savaşta onu yendim ve yarı Tanrı oldum”
inanışında terfii rütbe yaşaması anlatmak istediğimize tam da uygun bir
durumdur. Belki de bir tiyatro oyuncusu, inişli çıkışlı da olsa kendi pozisyonuna
net bir yer kazandıramama rahatsızlığı yaşıyor bence.
Seçim
öncesi Başbakan’ın da dilin de sadır olan, Apo’ya ait olan bir bilgiyi yazılı
basın da alarak bu yazının sonuna ilave ile PKK’nın ve lideri Apo’nun din
karşısında ki duruşu hakkında tespiti bu yazıda ki özü bir daha vurgulaması açısında
aşağıya alıyorum.
“Rabbımın
affına sığınıyorum; “Yukar da Tanrı olsaydı beni yine yanlış yola sevk edecekti.
Allah’ta Kürtler için değildi. Kürtleri şaşırtıyor… Bunun için ben kendi
kendimin Tanrı’sıyım” Kim söylüyor bunu Apo söylüyor. “Tanrı’yla savaş verdim savaştan
başarılı çıktıktan sonra yarı Tanrı oldum”. Kim diyor bunu? İmralı… Bitmedi; “Namazın
kendisi de genel anlamda bir tiyatro” Bunların tamamı Apo’nun yayınladığı
kitaplarda var.”
ŞU BİZİMKİLER (Eğitimci, Araştırmacı - Yazar) SIDDIK DEMİR
ŞU BİZİMKİLER
Sıddık DEMİR
Ayak üstü sohbette,”Şu Bizimkiler” isimli son kitabının
yayınlandığını ve alıp okumamı söyledi. “Çilenin Böylesi” ilk eseriydi, çok
akıcı bir üslubu olduğundan bir çırpıda okunabilir diye duymuştum. Ama eseri
okumamıştım.
Bu eziklikle “Şu Bizimkileri” aldım. Albenisi fazla olmayan, bayağı hacimli bu eserin, eve varır varmaz kapağını açtım. Aman Allah’ım dedim üç saat sonra!. Ne kadar akıcı, ne kadar ustaca sergilenmiş, insan ilişkileri ve portreler ne güzel tasvir edilmiş!.
Aynı atmosferde ve aynı fikir mezrasında olduğumuz içindir belki dedim kendi kendime. Öylede olsa üç gün içinde nöbetleşerek aynı eseri üç kişi, aynı heyecan ve akıcılıkla okuyabilir miydi. Evet kitabın kapağı zaruri ihtiyaçlardan dolayı kapanır kapanmaz, gözü kitapta olan diğer aile efradı, hemen aynı kapağı aralayarak, adeta kitaba dinlenmek fırsatı verilmiyormuş gibi bir tatlı, bir heyecanlı, bir akıcı zulüm işleniyordu sanki.
Bu eziklikle “Şu Bizimkileri” aldım. Albenisi fazla olmayan, bayağı hacimli bu eserin, eve varır varmaz kapağını açtım. Aman Allah’ım dedim üç saat sonra!. Ne kadar akıcı, ne kadar ustaca sergilenmiş, insan ilişkileri ve portreler ne güzel tasvir edilmiş!.
Aynı atmosferde ve aynı fikir mezrasında olduğumuz içindir belki dedim kendi kendime. Öylede olsa üç gün içinde nöbetleşerek aynı eseri üç kişi, aynı heyecan ve akıcılıkla okuyabilir miydi. Evet kitabın kapağı zaruri ihtiyaçlardan dolayı kapanır kapanmaz, gözü kitapta olan diğer aile efradı, hemen aynı kapağı aralayarak, adeta kitaba dinlenmek fırsatı verilmiyormuş gibi bir tatlı, bir heyecanlı, bir akıcı zulüm işleniyordu sanki.
Öze dönüş hareketinin fikir cephesinde ismini altın
harflerle yazdıran o mücahit insanlarımızın, özel şahsiyetlerinde, etten
kemikten yaratılmışlığın özellikleri sergileniyordu çeşit çeşit…
Demokrat partinin iktidarı zamanında Üstat Necip Fazıl
Kısakürek’in çıkarmış olduğu haftalık ‘Büyük Doğu’ mecmuasında Üstat’la, günlük
çıkan ‘Vatan’ gazetesi baş yazarı Mehmet Emin Yalman arasında kalemle yapılan
savaşın etkisinde kalan müellif Hüseyin
Üzmez’ in , Malatya posta hanesinde çıkarken baş yazara attığı iki el
kurşunla Türkiye karışmıştı.
Bu olay bahane
edilerek, normal olarak kurşunu atan ile, basın yoluyla azmettirdiği gerekçe
gösterilerek Necip Fazıl, Osman Yüksel ve Sait Çekmegil tutuklanır. ‘Büyük
doğu’ dergisi de kapatılır. O günden
itibaren Malatya cezaevinde hep beraber tutuklu kalırlar. İşte Hüseyin Üzmez
ceza evi hatıralarını ‘Şu bizimkiler’ adını verdiği bu kitapta anlatmaktadır.
Temel noktalarda zayıflık emarelerinin gözlenmesi yanında, daha
da gürleşen veya en azında istikrarını koruyan şahsiyet abidelerine rastlıyoruz
bu kitapta. Eserde izah edildiği gibi “Ferdi hürriyetlerin veya şahsiyetlerin
bütün çıplaklığıyla hodri meydan dediği MEDRESE-İ YUSUFİYE’ den” kişilikleri bu
şekilde tasnif etmek esas gaye olmasa gerekir. Öyle de olsa bizim, insanımızı
tam olarak tanımamız açısında çok güzel bir yaklaşımdır.
Kutsal bir gaye uğrunda bile olsa metot, demokratik bir
ortamdan mücadele gayesini taşımalıdır.Yalnız eşit şartlarda…Yapılan bir
eylemin yanlışlığının eserin bütününde teyidi, salim bir düşüncenin, üstün ve akılcı
bir yaklaşımın mahsulüdür. …
.Üstat Necip Fazıl’ın “Sıcaklığını yıldızlardan almış,
patlamaya hazır bir volkan” olarak tarif ettiği
müellif, tüm çilesi boyunca istikrarını muhafaza etmiş, pişmanlık
belirtileri bilinen anlamıyla değil, stratejik anlamda oluşmuş bir insandır.
‘Kara bir gün’ adlı ünlü makalenin yazarı Süleyman NAZİF,
Malta’ya sürgün edildiği günlerin ertesinde, ayrılığa dayanamayarak, mukabil defalar “Keşke
yazmasaydım” gibi serzenişlerde bulunduğu ve pişmanlık emareleri gösterdiği
bilinmektedir. Süleyman Nazif örneğinde olduğu gibi, müellifin anlattığına göre; Üstat Necip Fazıl da
benzeri serzenişleri, her gün ve her saat değişen halet-i ruhaniyesi, çok küçük
hadiselere üzüldüğü veya sevindiği, kısaca dahiliğinin yanında , ihtişamlı
egosuna ömür boyu saltanat sürdürmeye çalışması, doğrusu çok ilginç. Ama
müsriflik noktasında da cömert. Parayı çok seven, o ölçüde de eşle dostla, hatta
hiç tanımadığı kişilerle yiyen orijinal bir şahsiyet…
Bana göre “Şu Bizimkiler” deki en hoş, en istikrarlı, en
mükemmel kişilik, Osman Yüksel
Serdengeçti merhumunundur. Mangal kadar
yüreği üstün zekasının kontrolünde, inanmış, samimi, yer yer soğuk kanlı, zaman
zaman aslanlar gibi kükreyerek zora zor demesini bilen, dobra dobra, açık
yürekli, açık sözlü ve milli konularda çok hassas, kelimenin tam anlamıyla
gerçek bir halk kahramanı…
Türk kamuoyu; Merhum Necip Fazıl KISAKÜREK’İN, merhum Osman
YÜKSEL’ den sanat ve bazı kabiliyetler bakımından üstün olduğu gerçeğinin
yanında, merhum Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’ nin de daha istikrarlı olduğunu ‘Şu Bizimkiler’ den
öğrenmiş bulunmaktadır.
‘Ahmet Aziz Çonkarlı’nın Kitabı: “YILANKAYASI” - Sıddık DEMİR
‘Ahmet Aziz Çonkarlı’nın
Kitabı: “YILANKAYASI”
Sıddık DEMİR
‘Ahmet Aziz Çonkarlı’ imzasıyla ‘Yılankayası’
adında 528 sayfa hacminde ‘bir fantastik’ roman yayımlandı geçtiğimiz aylarda.
Oldum olası bu türden romanlar hayal ürünü iddiası taşıdığı için, daha ayakları
yere değen romanları okumayı tercih etmişimdir.
Yazarın ‘Ahmet Aziz Çonkarlı’ müstear ismiyle yayımladığı bu eserden öncede,
‘laika’ Sultanın Gözdesi’ ve ‘İrtica’ adını verdiği başka iki çalışması da
kendisinin ‘Kara mizah’ dediği türden…Bana göre benzeri özellikleri ve farklı
temaları ama benzeri kurgularla benzeri kalıpta okurlarına sunduğu, en direk
yollarla sistemle hesaplaşan çalışmalarıdır.
Yazarın “Laika ve İrtica” adındaki
çalışmasında, müstear olmayan imza kullanması, ancak hangi şartlar değişmiş
olmalı ki Yılankayası romanında müstear
isim kullanmıştır sorusunu akla getiriyor insan. Bu noktada kendini gizlemesi,
‘Demek ki böyle bir metodu tercih ediyor’ deyip geçiştiremiyoruz. Başka bir
takım endişelerin duyulması, beklide ön yargıların önüne geçilme kaygusu …
Dünyevi bir takım saikların tamamen ortadan
kalkmış gözüktüğü, bir başka deyimle tamamen özgürleştiği bir zaman vetiresinde
müstear isimle ‘Yılankayası’nın ortaya konulmasını garipsedim doğrusu. Yazarın böyle
davranmasının mutlaka kendine göre bir sebebi olmalıdır deyip,‘Yılankayası’
romanının içine dalmamız icap ederse:
Hayali
isimleri olan komşu iki kasaba halkının birbirleriyle mücadelesi
anlatılmaktadır. Yazarın hayal dünyası ve kullandığı ‘arı ve duru’ Türkçe’si,
kitaba öyle bir akıcılık kazandırmış ki ancak okuyanlar bunu anlayabilir. Yazar;
bu kadar küçük mekan da teknolojinin ve diğer bilumum cazibe merkezlerinin
sıfırda göründüğü hayali bir zaman kesitini anlatırken bütün rollerin mükemmel
oynandığı bir gizemlilik ortamını nasıl başarıyla oluşturmuştur doğrusu hayret
ettim.
Dedim ya; bu tür çalışmaları okurken sonunu
pek getiremezdim. Ama ‘Yılankayası’ gerçekten çok uzun bir roman olmasına
rağmen kendini okutturuyor. Bu kadar akıcı bulmamızın nedeni belki de
psikolojik arka tarafımızla örtüşmüş olması olabilir mi? Elbette öyledir. Yoksa
koskoca rektörlük yapmış bir bilim adamının, durup dururken ‘çocuklara masallar’
türünde yazması ne mümkün. Her yanlış atılan adımın hesabının verilmesine
inanan, bu korku ve güzellikte bir ömür ‘adam gibi adam’ olarak yaşayan yazar, tuttuğu
kalemle yazdığı her bir kelimenin bile bir mana ifade etmesi için hassasiyet
gösteren yerli kara bir düşünce adamıdır. Yazdığı bu romanın dışa ve ülkemizin
bugününe yönelik mesajını en iyi kavrayanlardan biri olarak bu romana giydirilen
elbise, ülkemizdeki sıkıntıların dışa yansımasıdır. Mübalağa yoktur. Ülkemiz
insanlarının çoğunun en direk olarak, aydınlanmış insanların da önemli bir
kısmının direk olarak muhatap alınarak, hemen her türlü mahfiller de ötelenerek
düşman yaratma projesinin, ilmek ilmek örüldüğü görünmektedir bu romanda.
Romanda ki Argon, Neon, Dragon, Helyum, Ksenon
gibi doğal gaz ismini taşıyan aktörlerin rollerini, ayağı yere basan günümüz
Türkiye’sinde, veya tek kutuplu dünyada Bush, Puş, Savaş ,Sezer gibi sembolik
isimlerin temsili güzellikleri veya çirkinlikleri alır. Velhasıl bu savaş hep
devam eder. Her dönem roller değişse de mücadele özü itibariyle değişmez,
değişmemeli de…
Eğer bütün insanlık tek düze bir felsefeyi
hayat nizamı olarak seçer ve bunda da karar kılıp devam ettirirse, işte o zaman
gerçekten korkulmalıdır. Niçin? Çünkü o gün gelmiştir de ondan…Kusursuz veya
ezenin, zulmün, adaletsizliğin ve bütün güzellik karşıtlığının olmadığı bir
dünya da roller biteceği için hayat da biter. Her şey zıttı ile kaimdir. Vakum
ortamlar da mücadele olur mu? Kar, zarar ceza ve mükâfatta olmaz.
Yazar;
‘Yılankayası ’romanın da aynen bu kavramları işliyor. İfrit’le Difrit’in Haşattu
Kasabasında tesis edilen güzelliğin yok olmasına memur edilmesi, bu zıtlıkların
tarihi boyutunu anlatır bize…
Her düşünen insanın saflarını belirlemesi, beraberinde
kar zarar kavramlarını dengelemesi açısından da çok önemli bir mesaj
vermektedir. Bu roman yazarının müthiş bir edebi örgüyle inşa ettiği ve hayat
denilen zahiri yansımayı iki kutuplu bir anlayışla ortaya koyarak, lider ve piyon
insanların tasvirini de çok güzel yapmaktadır. Romanın ortalarına doğru
çağlayanlar gibi akan kelimeler ırmağında ki belirsizlikle, Haşattu Kasabasında
ki düzenden rahatsız olan komşu kasabanın üzerindeki esrar perdesi aralanır. Meğer
mücadelenin öbür ucunda, durup dururken saldırmayı vazife bilen taraf “cinler”
taifesiymiş.
Kötülüğün
temsilcisi aynı zamanda saldırgan olan cinler, Yılankayası’n da kendini belli edince
iyilerin mücadelesi daha bir sonuç almaya yönelik gelişir. Ve kararlı bir
mücadele sonucu bu zaman aralığında ki savaş, iyilerin zaferiyle sonuçlanır.
Benzeri programlar dünya döndükçe hep devam edecektir. Önemli olan insanın
aklını iyi kullanarak safını belirlemesidir. Yılankayası’nda ki ‘düşman belli’
olduktan sonra yazar, okuyucuyu düşünerek fazla uzatmasa iyi olurdu. Çünkü diğer
bütün mesajlar insanoğlu’nun esir olma dönemine kadar olan zaman dilimi içinde
geçen serüvenlerle zaten verilmiştir.
Bir başka can sıkıcı olan
durumlardan biride Neon Efilya aşkıdır. Böyle aşk anlayışı Neon’a yakışmamıştır. Neon’un Efilya’nın aksine
akılsız aptal ve bön bir duygu seli içinde oluşu okuyucuyu bayağı sıkabilir. Çekici
bir delikanlı ama çok içine kapanık. Adeta yaşanılan olayların bir çoğuna
davetiye çıkarmış. Olaylara müdahalesi çok yavaş, pratik zeka’dan ve eylemler’den
yoksun. Hani okuyucunun “Helal olsun Neon!”diyeceğine “Efilya’ya layık değilsin
Neon” dedirtecek tipte bir portre çizmektedir.
Yüksek tepelerle çevrelenmiş ve türlü kaynaklarla beslenmekte olan doğal
göller gibi bilgi birikimine sahip olan ‘Yılankayası’ yazarının bize daha nice
bu birikimin kültürel meyvesini vermesi temennisiyle….
TOMURCUĞUN KADERİ, SIDDIK DEMİR
TOMURCUĞUN KADERİ
SIDDIK DEMİR
Kahramanımız
yolculuğa çıkmadan önce vakit öldürmek bahanesiyle gezinirken;
Orta yaşlarında bir kadınla biraz daha
geçkin bir adam arasında üç-dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice
dövüldüğüne şahit olur. Öyle ki, çocuğun ağzı burnu kan revan içerisin de, üstü
başı vura vura yırtılmış, çürümüş, sel sümük birbirine karışmış, adeta futbol
topuymuş gibi, adam vuruyor kadının uçağına, kadın vuruyor adamın kucağına
düşüyor çocuk. Bu da yetmiyormuş gibi bir de söz ile çocuğun psikolojisini
allak bulak ediyorlar.
Kahramanımız
çok geçmeden bu çocuğun, o iki yetişkinin evladı olduğunu anlıyor. Yüreği
ağzına geliyor. “Aman Allah’ım diyor, bir çocuk, bir masum yavru, iyiyi kötüyü
seçemeyecek yaşta bir sübyan, neden bu kadar zulüm! Bırakın vurmayı, vicdansız insanlar!
Verin çocuğu bana” deyip çocuğu kapıyor ve devam ediyor; "Siz Allah’tan da
mı korkmazsınız, öldürecek misiniz bu yavruyu" deyince aldığı cevap
karşısında adeta dünyası başına yıkılıyor.
"Evet;
öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı. Neden böyle davrandığımızı bir
güzel anlatayım da sen de bize hak ver” diyor adam ve devam ediyor; “Bak beyim,
sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun. Herhalde Devlet memurusun. O kadar
insan yanımızdan
gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi bir canavarım”.
gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi bir canavarım”.
-Almışlı
yıllarda Almanya'ya gittim. Gurbete giderken evliydim. Çocuklarımı görmeye sık
sık gelemiyordum. Eşimin ölümüyle yetmiş senesinde memlekete geldim. İki-üç
tane çocuğum öksüz kaldı. O dönem Almanya'ya gitmek büyük bir ayrıcalıktı.
Memlekette eş-dost bu Almancı, bunda para bol deyip rahmetlinin üzerinde az bir
zaman geçmesine rağmen güzel ve oldukça genç bir kızla beni tekrar baş göz ettiler.
Dolayısıyla ikinci eşimle kısa bir beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin
yolunu tutmak zorunda kaldım. Uzun müddet memlekete gelemedim. Aradan sekiz-on yıl geçtikten sonra ancak
dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç-dört yaşlarında bir çocuk var.
Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, ama bu çocuk senin
diyorlar. Ben hesap ediyorum sekiz-on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk
üç-dört değil de sekiz-on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah
buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve; ya öleceksin ya da
ikrar edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti. Kahramanımıza dönerek;
"Hemen aklına bir başkasıyla gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri
değil mi beyim. Ah keşke öyle olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin
karşısında çok şereflidir. Neler vermezdim düşündüğün gibi olsaydı." Derin
bir nefes alıp şöyle arkaya doğru yaslanarak;
-“Evet
sıkı dur beyim sıkı dur, beni kahreden ölüp ölüp dirilten gerçek şu; Gurbete
giderken, yeni anasının yanında bıraktığım, bu gün on sekiz-yirmi yaşlarında
olan oğlumla... Bu velet olmuştur. Şimdi
bu çocuk nedir, kimdir, nesebi, kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü
yıkımı nasıl izah edilir, anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz
olacaktır. Ama onu da yapamıyoruz. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı
bilemiyoruz. Böyle bir olayı Allah kimsenin başına vermesin. Ölmeden önce
ölmek, hatta binlerce defe ölmek böyle bir şey olsa gerek. Bir çözüm yolu da
yok veya varsa da inan ki beyim benim aklıma gelmiyor. Gök kubbe bana zindan
oldu, sence ne yapmam lazım, lütfen bana bir akıl ver,” gibi yakınmalar hemen kahramanımız
da zekice çağrışımlara sebep olur.
Kahramanımız
herhangi bir Bakanlıkta Müdürlük görevi ifa etmektedir. Görevi gereği geniş
halk kesimleriyle temasta olduğu için onların da bazı dertlerine vakıf olma
gibi durumları olmaktadır. ‘Hasta olan kişinin doktor ayağına gelirmiş derler’
ya tevafuktur aynen öyle bir durum; Aydınlık evler de bir cami imamı, çok
önceleri, evlatlık çocuk arandığını
söylemişti kendisine. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama hiç mi hiç
mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebe çağrışım yapar.
Emin
ve vakur bir şekilde; "Öldüreceğinize verin bana bu çocuğu vicdansız
herifler" diyerek çocuğu kaptığı gibi oradan uzaklaştığı bir olur.
Bir
taksiye atlayarak çocukla beraber evine
gelir. İlk işi Gökova da ki çocuklarını arayarak iki-üç gün sonra döneceğini
bildirir ve ister ki çocuğu rahat edebileceği yeni evine yerleştirsin. Önce
banyo yaptırmak aklına düşer. Bu amaçla çocuğu hazırlamak için elbiselerini
çıkarır. Bir de ne görsün, aman Allah’ım yavrucağın vücuduna dünya fiziki
haritası çizilmiş. Vücudunun her tarafı çürümüş. Memlekette anasının yapmış
olduğu turşu içinde ki domates veya salatalık gibi adeta iğne ile delik deşik
edilmiş haline, sevgiye tutkun bir insan kalbi ile gözyaşları içerisinde hüngür
hüngür ağlayarak şahit olur.
Gerekli
tedbiri aldıktan sonra yavrucağın karnını doyurur ve bir müddet sonra
rahatlayan çocuk kendinden geçerek uyur. Kendisi de şöyle bir balkona çıkarak,
o efkarlı hal için de masasını kurar ve kendi deyimiyle bir güzel demlenir.
O
gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin yardımıyla tez elden
bulur. Hikâyesini anlatır. Karşılıklı
sözler verilerek çocuğu teslim eder. Bilahare akşama doğru arabasına binerek
tekrar Gökova ya doğru yola koyulur.
Aradan
tam yirmi beş yıl geçmiştir. Hikâyesini
dinledim. Çok manidar ve çok ilginç buldum. Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan
ailesi, gazete ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış, şimdi ise umutlarını kestikleri
zannediliyor. Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu
an da umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve mutluluk getiren bu çocuk
bayağı olgun yaşlarda evli ve üç çocuğu olan bir aile reisidir. Çok güzel bir
eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel okullarda, liseyi Ankara TED
Kolejinde, Üniversiteyi de Bilkent’de tamamlayarak hayata büyük bir iş adamı
olarak atılmıştır.
Şu
feleğin işine bak derler ya: Nerden nereye... Bir insanın bir âlem olduğunu, bu
âlemin de ne kadar zikzakları olduğunu yaşayıp görüyor insan. Yaratılışta ki
aşk ve merhamet anlayışını fıtratına uygun bir ölçüyle ortaya koyan kahramanımız
bu örnek davranışıyla kendine yakışır, duyarlı insanlar arasında çoktan yerini alır.
Burada
her kişinin değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor.
“Kim
bu insan, bu gün bağlantın var mı, seni ziyarete geliyor mu, diye peş peşe
sorsam da , yine verdiği cevap kaçamakça olur.... Sözüm var söyleyemem, der ve
ekler;
-Ben
doğduysam isteğimle değil, istemediğim bir hayat kucağına almış beni
yaşatıyorsa, bu hiç de doğru değil. İnsansam ben, yaşamak hakkımsa, tabiat
kuralları insanlar için eşitse, var olmak, yok olmak kadar doğalsa neden yaşamak
hakkım değil.
-Kavgayı,
bir ağacın yaprağına yazmak isterdim. Sonbahar gelince yaprak kurusun diye.
-Öfkeyi
bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok olsun diye…
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,..
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,..
-Ve
dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla
büyüsün dünyayı sarsın diye…
SES VERİN ÜLKÜCÜLER. ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR... - Sıddık DEMİR
SES VER ÜLKÜCÜ TAM
ZAMANI
Sıddık
DEMİR
MHP’de ki operasyon da her kimin emeği varsa
samimi ülkücülere farkında olmadan çok büyük hizmet etmiş oldular, eğer
değerlendirebilinirse.
“Rüzgâr
eken fırtına biçer” deyiminin ifade ettiği anlama uygun siyaset çizgisinin
muhatabı olan işgalci güçler, MHP’ye 12 Eylül ihtilalını takip eden yıllardan
itibaren çöreklenmişlerdi. Ceberrut bir anlayışla estirdikleri rüzgâr nedeni
ile hür ve müstakil Ülkücü kadrolar sistemli bir şekilde MHP’den uzaklaştırılarak
itibarsızlaştırılmıştı. En son örneği Ramiz Ongun Bey’in parti meclisi tarafından
ihraç edilmesine ilaveten, MHP tarihinde ilk defa Ankara seçmeni nezdinde %30’
a varan bir oy potansiyeli ile sempati toplayan Sayın Mansur Yavaş’ın da aynı akıbete
uğraması bardağı taşıran son damla oldu.
Yüzlerce
şehidi binlerce gazisi olan bir siyasi kurumun çatısında ikbal peşinde olan
devşirme anlayış mensupları, malum kaset operasyonu sayesinde kardan adam gibi
eriyip gittiler. Bu operasyonun esas hedefi genel başkan olduğu halde, şimdilik
o üzerine almamayı yeğlemektedir. Bu operasyonu mazlumun ahı tutmuşa
yorumlayarak vicdanen bir yönüyle rahatlayabiliriz. Diğer yönüyle üzüntümüzü
ifade edecek kelimeler bulmakta zorlanıyoruz. Ülkücü siyasetinden eser olmadığı halde, kendi tapulu mallarıymış gibi üzerinde oynanan
bu türde müessir fiiller karşısın da MHP ye sahiplenememekten dolayı üzülürüz
yıllardır. MHP’ye ciddi anlamda kırılım yaşatan bu işgalci güçlerin zulümlerine
ve anti demokratik uygulamalarına rağmen bile rezil olmaktan kurtulamadıklarına
üzülürüz.
Gönül adamlarının partiyi ülkücü siyaset
çizgisine çekmek için yaptıkları bütün cılız hamleleri bile boşa çıkartan
işgalci güçleri alaşağı etmek bu güne kadar mümkün görünmüyordu. En azından
demokratik mücadeleyi iç bünye de sürdürerek bu yolla söz sahibi olmak
gerekirdi. Ne yazık ki ümitler boşa çıkmış, köşesine çekilmişlere başka yol
kalmamışken “Dinsizin hakkından imansız gelir” özdeyişine uygun bu kaset
operasyonu patlak verdi. Ve liderleri haricinde bütüne yakın merkez
yöneticileri Rabbani bir cilve gereği tarumar oldular. Hani NUH tufanı
bile bunları yıkamazdı(!).
Evet, yeni
bir dönemin ilk safhasındayız. Ortam müsait. Bütün bu olanlar partiyi barajın
altına çekmediğine göre, MHP deki bu işgalci zihniyetin Ülkücüler tarafından
nasıl işgalleri kırılır. Ve yarım asra yakın var olan bu kurum gerçek
temsilcilerinin eline geçerek tekrardan “Kanımız aksa da zafer İslam’ın”
sloganının, slogandan ibaret olmadığı ülke insanlarına tekrardan nasıl hatırlatılabilinir.
Öncelikle;
Ulusalcılık belasından, ittihat ve terakki
artıkları darbeci çetelerden ne pahasına olursa olsun kurtulmak için, son
derece samimi hoşgörü ve demokrat bir iklime yelken açılarak birlik sağlama
çalışmaları yapılmalı.Değer verildiğini anlayan, sorumlu yaşamayı
bilen,yüzlerce köşesine çekilmiş Ülkücü canlar tekrardan devreye dahil edilerek
yeni bir siyasi maya oluşturulabilir. Bu maya anlaşılmadan, toplum
mühendislerinin gayri milli dayatmaları zorla bir müddet tutunabilir ama uzun
süre asla…
Bugünkü efendiler, yarın Ülkücülerin gücü
sayesinde sahip oldukları saltanat dan uzaklaşmak mecburiyeti hasıl olacağı
için savaşmaya devam edecekler. Ama
muvaffak olamayacaklar. Yükselen değerleri görmek lazım. Mevcut işgalcilerin
kör idrakleri, fal taşı gibi açılması için illaki yüz kızartıcı itibar düşürücü
olaylar mı yaşanmalıydı?
Seçimden
önce her telden çalan yorumlar yapıldı. Yok, efendim MHP meclis de şu dönem
olmalıymış. Seçimden sonra şayet baraj altı kalırsa yeni anayasa yapılamazmış.
Meclis de milliyetçi anlayış temsil edilmeliymiş dengeler gereği, vay efendim
Kürt açılımını sekteye uğratmamak için meclis dışında bırakılması, dış mihraklı bir oyunmuş, gibi senaryolar
yazılıp çizildi. Kafa karıştırmaya yönelik bu yorumlara göre “Yahu bu MHP ne
kadar önemliymiş, durduğu yer ve savunduğu değerler ne kadar kıymetliymiş”
diyecek noktaya gelmeden silkinmeliyiz tekrardan ve orijinalliği CHP’ye ait
olan Ulusalcılık refleksi dışında bir şey üretemeyen bu işgalci güçlerle
mücadele de rehavete kapılmamak gerektiğine inanmalıyız yeniden.
Yalnız Ülkücülük ve Ülkücülerle
iktidar yolunun açılamayacağı aşikâr. Velâkin bu noktada Ülkücülük misyonunun
bertaraf edilmeden iktidara yönelmek gerekir. Ülkücülük bir iddiadır. Ülkeyi
yönetmeye taliptir. Ülkücüler bir model şahsiyetler topluluğudur. Müslüman’dır,
ölçüsü müminleşme şuurudur.
Bir Türk çocuğu ne kadar hayat felsefesi
yapmışsa İslam’ı o kadar derin Ülkücüdür misyonu. Gerisi teferruattır.
Meselenin özünde de zaten bu vardır. Bugün itibarıyla Ülkücüyüm diyen
insanların İslam’la olan irtibatı, yani inanmışlığı sıkıntı da görünüyor.
Özellikle yönetime talip olan insanlar da aranılacak kriter, İslam’ın hayat
felsefesi olup olmadığı yönünde ki kabullerine bakılarak dizayn edilmesi sıkıntının derinleşmesini
engellemesi açısında önemli. İslam la
olan imtihanda muvaffak olmak anlamında ki kriterler le Yaradan’ın desteği
alınmadan bu işin olamayacağı artık bilinmelidir. Yoksa üç ay önceden kurulmuş
bir parti iktidar olur da sen bir türlü “Okuntu oğlağı” gibi olmaktan
kurtulamazsın. Oysa her şey var; Yetişmiş
kadrolar, para, pul, müsait iklim, konjoktür. Ama bir şey eksik; “İslami şuur”…
Olursa samimiyet olur.
İşgalci güçlerle Ülkücülerin
farkı bu olmalıdır. Nefsi ile mücadeleyi en büyük savaş olarak gören bir
inanışta ki amel eksikliği, insanların başına bakınız kıyameti koparmadı mı?.
Uzaktan yakından ilgili insanlar incinmedi mi? Kamuya bunun izahı nasıl yapılır
bilinmez.
Özet olarak denebilir ki;
Allah insanı zaafları olan varlık olarak
yaratmıştır. Başta bahsettiğimiz olayların mensuplarını bu açıdan kınamıyoruz.
Büyük söz söylemek bize yakışmaz. Allah korusun bizimde başımıza böyle şeyler
gelebilir. İtibarsızlaşma olayı programlı planlı olduğu için onları da
kınıyoruz. Velâkin şeytan varsa besmele de var kardeşim. Hırsız varsa tedbir de
var kardeşim. Düşman varsa itikatta amelde var, direnç de var kardeşim. Haklı
mücadele de İşgalci güçlerin neredeyse yarım asırdır kuru bir milliyetçilik
hamasetiyle koskoca bir kadroyu tek kanatlı kuş haline getirmeyi en büyük parti
politikası haline getirirsen mazlum dava adamlarının ahı tutar sizi be kardeşim.
Memleket sathında gönüllü 100
Ülkücünün Bir araya gelerek rayında çıkmış ama iddiası devam eden bu siyasi
davaya tekrardan istikamet belirlemenin tam zamanıdır.
Mevcutlara da kendinize dönün
diyeceğim ama zaten kendileri buymuş...
“SES ver Türkiye” diyorsunuz. Türkiye sizin bu
halinizle neyinize ses versin .Baraj aşıldı ama olduğunuz yerde sayıyorsunuz. Yoksa
A takımı işgalcilerinizin irfanlı maharetlerine tavır alamayacak kadar
ideolojik körlük üzere olmanız, iki dünyanızı da berbat edecektir. Bilesiniz… Tabi projeniz bu ise!
Ses ver ÜLKÜCÜ! Tam zamanı…
Eğer Ülkücü siyasetin ve Ülkücü
kadroların MHP’ye yeniden hâkim olmasını istiyorsan…
(Lütfen Umut Mensupları Okumayın!..) "BİR ADAM" Sıddık Demir
(Lütfen Umut Mensupları Okumayın!..)
BİR ADAM
Onu Ankara ya getiren irade bizim de aynı
mekânda bulunmamızı yazmış olmalı ki; Bir müddet sonra dar mekânlarda göz
aşinalığıyla tanışmamız başlamış oldu.
Bürokratlık etiketi yükseklerde
yer tutmasına rağmen alçakta seyreden
gönül kuşunun pervasızlığı bildik tiplere hiç benzemiyordu. Ufak tefek mesleki
hastalıktan kaynaklanan zafiyeti yanında samimi ve dost görünümü, bulunduğu
konumla örtüşmüyordu. Siyasi devlet, bürokratik devlet, derin devlet birbirini
tamamlayan unsurlardı ama demokratik devlet veya gönül devleti bu topluma pek
yabancı duruşlardı. Otoriter anlayış oligarşi düzeni getirir. Bu düzende gücü
elinde bulunduranlar hangi konumda olursa olsunlar antidemokratik durum
sergiler.
Demokrat devletten yürek(gönül)
devletine geçişi sağlayan gönül insanlarının sayısı özelliklede devlet
ricalinde çok az olduğu için, bu yürek insanın her hali garipliklerle doluydu. Alışagelmiş
bir modelden, imalat hatası defolu bir tip. Bir bakışta anlaşılamayan, çözümü
zor bir denklem.
Yükseklerde yer tutmuş bir
insanın alçak gönüllülüğü, hoşgörülü ve mesafesiz ilişkilerde bulunması
,olması gereken normal bir durum iken garipsenmesi hali,
Mevlana nın sürekli dericilik mesleğinde çalışan bir adamı güzel kokuların satıldığı
iş merkezinde geçirince adamın bayılması durumu gibi bir şey… Kompleksiz bir kişiler arası ilişkiler kurması,
bildik anlayışın dışında olduğu için iki türlü yorumlanmaktaydı. Birinde; üzerine
çektiği esrarengiz tavrı acaba görev gereğimi? Diğeri; ileri boyutta tanıyanlar
nezdinde gönül adamlığı yaftası mı?
Savunma kaleleri ve referans
kaynağının ameliyatındaki samimiyet göz önüne alınınca, bu adama gönül
devletinin mimarı olmalıdır noktasında gövdeni başarsın. Gecenin ilerleyen vaktinde atını
arabasını, eşini aşını yanına alarak, bilmediği bir istikamete kanatlanan, kısa
bir zaman zarfında yaptığı hazırlığı, çaresizlikler içinde yeni yuvasına uçmakta olan bir genç kıza, çam
sakızı çoban armağanı tevazuluğundaki ayni ve nakdi nimeti, ilk adım atılan
kutsal yuvaya bir rahmet gibi düşen bu adam… Bilmem nasıl bir adamdır…Kendi
gönül devletinin sultanı olmanın mesuliyetini iliklerine kadar yaşayan bu adam,
elbette ki bazılarına göre bildik dışı defolu olarak da tanımlanabilir . Sistemin bütün düzeltmelerine rağmen
direnmiş, Allah’a kulluğu her türlü değerlerin üzerinde bilen, kelimenin tam
anlamıyla bir alperendir bu adam.
İşte böyle tanıdım onu. Hiroşimaya
atılan bombanın bıraktığı çorak coğrafyalar gibi içanadolunun ayazı tarafından kelleştirilen tepesi ilk
akla gelen özelliğidir. Meğer içi maden olan tepelerde lüzumsuz haşereler yaşamazmış.
İnsanın beynini gıdıklayan fitne fesat kötülük orada barınamazmış. Ben ini
vermiş rüzgarlara alsın götürsün yadellere diye .Elinde çantası içinde tebliğe
davet yazılı parşümenler...Üstü başı gösterişi olmayan ama temiz giysiler, tabana
kuvvet, bir oraya bir buraya…
Olgun yaşına rağmen küçücük
problemlerin halli için kırk kapıyı çalma hoşgörüsü içinde belkide ayakları
şişen bir adamdan bahsediyorum dikkat edin.
Her türlü eza ve cezalara karşı mübalasız, tanıdığım için söylüyorum,
şikayetsiz ve şükürlü bir kabul…
Yalanı dolanı olmayan net bir
şekilde görünen bu haliyle tanıyanların nezdinde muazzam bir güven oluşturan bu
adam, kesinlikle gönül devletinin sevgi
vatandaşıdır. Ahh birde randevularına zamanında iştirak etse… Şu sıralar mevcut
sistemde yine üçlü imzayla devlet olan bu adam, unutmasın ki dostlarının
gönlünde kırmızı pasaportla pervasız
giriş-çıkış vizesini kendi gönül devletinin sultanında çoktan almış bile. En
büyük olanda budur. Diğerleri gelip geçici, ancak imtihan için var olan med-cezir dir.
Son gördüğümde resmi elbisenin
içinde tonton amca sevecenliğinde UMUT’
a icabet edenleri nezaketle karşılamakta idi. Ortaya çıkan tablo karşısında, sancı
sonucu oluşan mutluluk, sanki onunda yüzünde hissediliyordu .Bir şeyler
yapabilmenin vermiş olduğu hazzı yaşadığı belliydi.
Umut Derneğinin umudu, kurucusu,
teorisyeni ve dahi hamalı ey güzel insan, sıcaklıgınla bizleri ısıttın. Yeni
mekanlarda bu yönünle sana ihtiyacı olan
insanlara da UMUT vermen, onları da “YAKAR” duruma getirmen dileğiyle
yeniden bir SABRİ YAKAR olman için bütün kalbi rikkatimle seni ona
emanet ediyor, taze görevinde başarılar diliyorum.
Unutma ki sen bir markasın…
SİSTEMLERİ TARTIŞMAK - (Eğitimci, Araştırmacı - Yazar) Sıddık DEMİR
SİSTEMLERİ TARTIŞMAK
Sıddık DEMİR
İlkelere uyulmaz ise, yaşanılan ilke olur. Üzerinde tartışılmaksızın
kabul gören değerler, doğmalar, belki tartışılmaya
açılabilir. Sürekli sözler
söylenerek mütemadiyen gündemde tutulan kıymetler ise mutlaka daha değer kazanır. Mesela Mevlana
için;
Derler ki; ‘Moğollarla işbirliği yaptı. Hemen yanı başındaki yerleşim
yerleri olan Kayseri, Kırşehir
havalisindeki Ahi’ler Moğollara kafa tutarak yer yer kanlı savaşlara girmişler
ve on iki bine yakın taraftarlarının şehit olması karşısında O, Moğollarla sulh yaptı. Dindaşlarının kırılması karşısında
kılını bile kıpırdatmadı’ derler.
Derler ya ;
Karşısında birileri de;
‘Eğer Ahi’lerin safında yer almış olsaydı,
kırılan yalnız on iki bin
Ahi dervişlerine
ilaveten kat be kat Konya Mevlevi dervişlerinin de olacağını bugün itibariyle tarih yazacaktı. Ve biz bugün Ahi’lerin yanında yer
alarak ,o muazzam gücün karşısında bile bile o kadar insanın yaşadığı Konya’nın
zararına sebep teşkil
ettiği için Mevlana
Hazretlerini yine tenkit edecektik.
Üstelik Hz. Mevlana bir mutasavvıf
bir gönül adamı. Elinde ki tek malzeme insan.
Onu nasıl kıran ve kırdıran
karışıklık içine atar.
Bu işin aktörlüğüne
nasıl soyunur. O ancak yönlendirici fikirler beyan eder. Kendisi askerde değil, savunma ile ilgili vazifeli kurumlar vardı’
derler.
Velhasıl el insaf;
Koca Mesnevi’de ne muazzam sözler
eder, anlamı asırları kucaklayan,
ama onu bile anlamadan, bir ‘kabak’ olayının zahiri boyutunda gezinir
dururlar. ‘Enel-Hak’ diyen
Hallac-ı Mansur, şeri
ölçülere uygun anlam ifade eden
“Ben Allah’ım” der mi
hiç? ‘Enel-Hak’ ifadesine yüklediği anlamı öyle zannediyorum ancak Ledün
ilmi sahipleri anlayabilir.
Boyut farkı…
İlk eksende akli ürünlerle bütün
gerçeği kavradığını zannederler…
Bu yolda mesafe kat ederek kazanılan metafizik gerçekten haberdar
olmamaları veya o alemi yok kabul etmeleri bu alanın yok olması anlamı elbette taşımaz. Hz. Mevlana sanki geleceği görmüş gibi kendisi veya benzeri durumda olan diğer
kardeşleri için söylediği; ‘Sinede
söylenmeyecek öyle sırlar var ki, bu sırları zahirin alimlerine
söylesek katlimize fetva verirler. Cahil halka söylesek
bize putperest derler, kafir derler.’ demektedir.
Bu arada üzerinde durulması
gereken ‘Zahirin alimleri’ dir.
Akli ilimler, akıl ürünü olan
bilgilerle yüklenmiş olanlardır. Mevlana Hz.’leri, zahiri yani kelam
alimlerini yok saymıyor, onları
aşağılamıyor. Yalnız bir alt boyutta ahkam
kestikleri için onlara hakikatin gerçeğini anlatmakta sıkıntı çektiğini ifade ediyor. Netice ne olursa olsun
diyemiyor, sırların ifşacısı
olma durumda olmadığını ifade ediyor.
İtham ettiği akli ürün
alimlerini tetikleyerek, boyut
değiştirme noktasına
yani ‘Ay-nel yakından Hak-kel yakına’
ulaştırmak belki de hedeflenen şeydir. O’nun ‘Zahirin alimleri’ olarak sınıflandırdığı
bu kategorideki düşünce adamlarını yok sayması zaten düşünülemez. Çünkü
günümüzde bile kendisine ölçülü
veya ölçüsüz yaklaşan “Zahirin
alimlerine” taş çıkartacak
derecede zahiri ilimlere zaten
vakıftır. Bu konuda zirve olduğunu bilmeyen yoktur. Eleştirel olarak
yaklaşanların bir kısmı sanki
basiretleri bağlanmış gibi bu noktayı bile
hesap edemiyorlar gibi geliyor bana.
Derlerki;
Kur-an’nın ledünni muhtevasını, ancak O’nda bütün varlığın sesini duyabilenler ve O’nun derinliklerinde insan
ruhuna ait korku ve ümit, tasa ve sevinç, keder ve neşe musikisini birden dinleyenler anlar. O’nu sanki kendine inmiş gibi
dinleyebilen zaman üstü ruhlar,
O’nda cennet meyvelerinin lezzetini, Firdevs bahçelerinin renk ve güzelliğini
tadar ve görürler.*Zahirin
alimlerine bunları anlatamamak, doğum öncesi bir çocuğa
dünyayı anlatamamak gibi bir şey olur.
Evet
boyut farkı…
Ha siyasetten eleştiriliyorsa, bu işi bu açıda değil siyaset sosyologları eleştirmelidir. Tıpkı günümüz alimlerinden
Fethullah Gülen Hoca’nın
da bu anlamda eleştirilmesi
gibi. Sayın Gülen’in
ilmi karşısında şapka çıkartmayan alim pek azdır. Onun için, kurdurttuğu teşkilatlar
sayesinde Müslüman Türk insanı
kültürel anlamda en büyük yayılmacılığı
sağlamıştır. Onun bu yapısal oluşumu ister kabul edilir isterse edilmez
ama bal gibi bir devlet siyasetidir.
Günümüzde devletlerin bile yapamadığı bu türde organizasyonu ,yeni üniversite bitirmiş, henüz dünyadan habersiz iki gencin
gittiği ülkede o ülkenin
en yüksek makamları tarafında, üstelik
iltifatlarla karşılanan
bu gençlerin oynadığı rolden, kendilerinin bile haberdar olmayışını nasıl izah edebiliriz. Dünyanın
küresel güçleri arasında yerini almış bir aktör gibi bu anlamda yol alan diğer
çevresel güçlerle teması ve tutunabilmesi
küçük bir olay mıdır? Küresel
ölçekte sistemlerle mücadele ederek hakkıyla müesseseleşen bu evrensel projeyi Türkiye
ölçeğindeki her
bürokratın veya aydın grubunun bunu anlaması kolay mı?...
Tenkit muhatabını olgunlaştırır.
Sayın Gülen’e adam gibi tenkit
yönetemeyenler ‘irticacı’ veya
‘ajan’ deyip geçiyorlar. Bizim
askerimizin ‘irtica’ diye dillendirmelerindeki kasıt, meğer Sayın Gülen cemaatinin bu türde küresel
duruşunaymış. Organize ve teşkilatçı yapısına olan korkudanmış. Oysa İslam’ın
en aydınlık en modern, çağa
uygun duruş ve yorumu olan Gülen hareketi,
bu Milletin sevdası olmuştur. O dünya ölçeğinde bu milletin kültür
politikasını yürütmektedir. Asırlardır işleyen misyonerlik
faaliyetlerine karşı, getirisi Anadolu’ya olan
örgütlenmeyi hangi izan hangi insaf istemez.
Denilebilir mi; Amerika, Irak Afganistan ve Filistin deki Müslümanları
ezerken, Sayın Gülen
Hoca bu eylemi tasvip edermiş
gibi onlarla işbirliği yapıyor. Buna bu anlamda işbirliği
denir mi? Kontrol edilemeyen bir
güç, karşısına
geçersen anında destek verdiklerinle beraber yok olursun. Yanında olursan, bari yavaşlatma şansın var. Kendin yok olmadığın
gibi ortak değer taşıyan insanların
da daha az zarar görmesi sağlanabilir.
İşte siyaset budur.
Hazreti Mevlana-Moğol
işbirliği denilen temaslar da
aynı çerçevede işlenmelidir.
Asırlardır Müslümanların
peygamberi eleştirilmiştir de
değerinden ne kaybetmişse,
onların varisleri durumunda olanlarda aynı şeyleri kaybetmiş olurlar. Hal böyleyken niçin ayni kumaşın parçalarınca bütüne yönelik
faydasız çalışmalara devam edilmektedir. Demek ki bu da onların imtihanı olmaktadır. Sistemleri tartışmak yerine ‘olaylarla’ oyalanmanın beyinleri de geliştiremiyor oluşu, şu kısır fikir hayatımızdan da
görünmektedir.
Müslümanlar siyaseti, olmazsa da olur
anlayışıyla, ihmal ettikleri için,
bu duruma düşmüş olamazlar
mı?. Ticari siyaset
,kültürel siyaset ,uluslar arası siyaset ve iç bünyede siyaset…
Evet bilinmesi gerekli envai türlü siyaset… Vesselam… (*Sızıntı sayı333.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)