DEMİRCİ HALİL
Sıddık DEMİR
Erzurum’un merkezine bağlı bir
kasabada yaklaşık yüze yakın çeşitli rütbede askerlerden oluşan bir karakol.
Şuna askeri bir birlikte diyebiliriz. Karakol komutanı Kahramanmaraş - Elbistan nüfusuna kayıtlı
genç yaşta biri. Birliğine kısa dönem askerlik görevini ifa etmek için Afşin - Dağlıca’lı inşaat mühendisi Emre
Gülbey adında bir asker gelir. Bir aylık olan acemi birliğinde eğitimden
geçtikten sonra geri kalan dört aylık
mecburi hizmeti için bu kasabadaki birliğe gelen Gülbey ;
Hemşericiliğin
yanında ılımlı, uyumlu görgülü bir kişilik yansıttığı için komutanının gözüne
çoktan girmiştir bile. Resmi görevinin dışında, arkadaştan da öte, aynı
toprağın insanları olması, ayrı bir ilişkiler yumağının gelişmesine neden olur.
Gülbey burada geçirmesi gereken zamanın en güzel bir şekilde geçtiğini daha
sonraki hayatında sıtayişle bahsedecektir hep. Bir gün;
Komutanının
babası oğlunu ziyaret için Erzurum da ki birliğe kadar gelir. Oğlunun makam
odasına geldiğinde Gülbey’le tanışır. Adamcağız olgun yaşta, görmüş geçirmiş biri. Elbistan - Afşin
ovasında ki her dağın, her tepenin hatıralarıyla beraber, tarihe mal olmuş
kişilerinin, durumlarının farkında olarak yaşamışa benzer görünmektedir.
Oğlunun
dışında aynı toprağın bir neferi ile diyarı gurbette karşılaşması, derinine
sohbet etmesine vesile olur. “Evladım hangi köydensin” sorusuna “Maravuz’luyum
amca” cevabını alması üzerine adamcağız “Senin yaşın küçük, biz biliriz, o
köyde bir Demirci Halil adında yiğit, misafirperver, gölgesine sığınılır,
çevresinde ki alimlere oldukça düşkün, geleni gideni, yiyeni içeni hat safhada
bir muhterem zat vardı. Ben küçüktüm ama babamla olan birtakım hatıraları
nakledilirdi bizim evlerde. Böyle birini hiç duydun mu?” dediği vakit Gülbey;
amcacığım bahsettiğin kişiyi fiziki olarak tanımam. Ben doğmadan çok önceleri
rahmeti rahmana kavuşmuş. Ancak şunu hemen ifade edeyim; Demirci Halil
dediğiniz zat benim dedemdir. Bize köyde Demirciler derler. Benim soyadım da
Demir’dir. Şu anda inanılmaz bir duygunun içine ittin beni. Evet, bende
babamdan işittiğim kadarıyla bölgemizin kültürüne yabancı değilim. İstersen
gerek Dedemle ilgili gerekse diğer güzelliklerimizle ilgili sohbet edebiliriz.
Adamın
gözleri parlar. Yüzünde ki olumlu ifade ile ağzının silüetine yayılması uzun müddet
devam eder.
-
Bahtiyar olurum evladım diyerek kendi kendine; “şu Allah’ın işine bak, oğlumu
ziyarete geldiğim vakitlerde ayaküstü uğrar hemen dönerdim. Ama şu an
itibariyle bende hep hayranlık uyandıran koç gibi bir adamın torunu ile sohbet
etmek elzem oldu” diyerek ayaküstü olan bu tanışma faslını bırakarak kendine
gösterilen koltuğa yayılır.
“Gülbey
evladım, bir baba olarak komutanının adına inisiyatif kullanmak yapmış olduğum
iş değildi. Ancak yarın Elbistan’a döneceğim. Onun için sen şu işlerini bir
kenara bırak da şöyle karşıma otur lütfen,
sohbet etmek isterim. Eğer bir mahsuru yoksa evladım” diyerek Gülbey’in
de karşısına oturmasını sağlar. Bu konuşmalara şahit olan Komutan oğul; “Ne
demek babacığım, siz sohbetinize devam edin. Kimse sizi rahatsız etmez. Güya
beni görmeye geldin ama iki laf edemedik. Anlaşılan toprağın hatıraları seni
aldı götürdü. Ben geç geleceğini evdekilere bildiririm. Sen müsterih ol
babacığım”. diyerek makamının dışına çıkarken, “her on dakikada bir çaylarını
ihmal etmeyesin” diye nöbetçi askeri uyararak başka işlerine döner. Baş başa
kalırlar.
Gülbey;
sohbete bir yerden başlanması gerektiğinin farkında olarak, sükûtunu bozmadan
Adam; “seni dinliyorum evladım. İşe ailenizden başlayabilirsin” uyarısıyla
Gülbey bildiği kadarıyla anlatmaya başlar.
- Bizim sülalemizin nihai dayandığı yer İran
Horosan’ı imiş. Öyle söyler babam. Söyleyeceklerimi babamdan duyduğum kadarıyla
nakledeceğim. Bu anlamda benim özel bir araştırmam yok. Büyük büyük dedemiz Kara
Memet, Kayseri-Pınarbaşı’nda kısa bir süre ikametten sonra bugün bildiğiniz Afşin’in Maravuz köyüne
yerleşir. Malumunuz sonradan köyümüzün adı ‘Daglıca’ olarak değiştirilmiştir.
Kara Memet Dede elinden ve dilinden maharetli olduğu için kısa sürede köyün
Demircisi olur. Kendinden sonra bu mesleği oğlu Mustafa devam ettirir. Böylece
sülalenin adı ‘Demirciler’ olarak bilinir. İşte sizin adını duyduğunuz Demirci
Halil, Mustafa Dedenin dört oğlundan ikincisidir. Ağabeyi Memet Yemen’de
askerlik yaparken şehit düşer. Adı küçük kardeşe verilir ki ismi yaşasın diye.
Halil Dedemizin iki tane de kız kardeşi vardır. Sarızın Büyük Söbeçimen köyünde
dayıları vardır. Baba ve ana tarafları Avşar Türkmenlerindendir.
Halil
Dede ile ilgili birbiriyle bağlı olmayan bazı anekdotlar aktarmak isterim.
Kendisi uzun dönem muhtarlıkta yapmıştır. Döneminde köyün Aksaçlıları
diyebileceğimiz Kalenderler kabilesinden Haşim Ağa, Kasımlardan Mustafa,
Keşirlik denilen bölgede Karapalta, Öksüzlerden Kel Bayram, Yakuplardan Kör Omarın
Memet, Hoca Derviş, Velikalerde Ali Çavuş, Köselerde Ali Kağ, Topaktaş
mezrasında Abidin, Dervişler kabilesinde Bekir, Kırlarda Feramiz başta olmak
üzere, ileri gelenler nezdinde Demirci Halil’in ve Haşim Ağan’ın yerleri bir
başkaymış.
Demirci’nin
meclisinde, zaman zaman köy dışında, yani Elbistan- Afşin - Sarız yöresinden
seçkin insanlarda bulunurmuş. Bunlardan Afşin’de Menzoğlu Ahmet adında yörenin
en büyün alimlerinden biriyle, Sarızlı Bakı Hoca namıyla tanınan büyük bir zat,
sık sık uğrayarak uzun süre sohbet ederlermiş. O dönem için iki türlü geçim
şekli varmış. Biri tarım yani çiftçilik, diğeri ise zenaatmış. Dedemin babası
Mustafa, Demirci olduğu için ölünce tezgâhın başına Halil Dede, büyük oğul
statüsüyle geçmiş. Zenaat sahibi olmak önemli bir maharet olduğu için, zenaatı
olanlar, icra etikleri müddetçe o günün şartlarında geçimi en iyi
olanlardanmış. Sürekli ihtiyaç duyulan bir meslek mensubu oldukları için köyün
hali vakti yerinde olanların ilk sırasına giriyorlarmış. Halil Deden’inde bunca
masrafları ancak öyle karşılanırdı herhalde. Hani derler ya “sefaletten asalet
olmaz” bu laf çok doğrudur. Geleni gideni, yiyeni içeni ağırlayıp memnun
edemezsen, kuru gürültüyle işler yürür mü?. Bu kadar sevilip sayılabilir ve
sözün kanun gibi geçerli olur mu?.
Mesela;
köylüsünde biri, sizin Elbistan’da bir esnafı dolandırır. Esnaf bir türlü bu
zata ulaşamaz. Sonunda dükkânını kapatarak bu adamın köyü olan Dedemin köyüne
gelir. Mağduriyetini, gördüğü, karşılaştığı her köylüye anlatarak borcu olan
kişiye ulaşmak ister. Adamı bulamaz, çünkü adam haberdar edildiği için sürekli
yer değiştirir. Derler ki; “bu böyle olmaz Demirci Halile git derdini ona
anlat”.
üyük
bir çaresizlikle Demirci’nin huzuruna çıkar ve derdini anlatır. Kaç lira
borcunun olduğunu öğrenen Demirci, elini cebine atarak adamın alacağı olan
parayı öder ve der ki; “Sen benim misafirimsin. Bir densiz sana yanlış yapmış.
Bu köylüm adına senden özür diliyorum ve borcu olan alacağını ödedim. Var git
kardeşim. Birazdan bu sahtekâr köylüme haber salacağım. Görelim bakalım borcunu
nasıl ödemez” diyerek adamı yolcu eder.
-Sonra
parayı alabilmiş mi sorusuna Gülbey; Ne demek amca, bir gün sonra o adamın
kendisinin içinde olmadığı aile efratlarından bir grup, özür yazırla huzura
gelerek ödemeyi yaparlar. Esas borç sahibi malum kişi ise Demirci’nin meclisine
bir daha uğrayamaz.
Halil
Dedemin üç hanımı varmış. İlk hanımı Kalenderlerden Sivri Bekir’in kızıymış.
Demirci Dede bu kızı kaçırarak evlenmiş. Büyük çocukları bu hanımdan olup
Kalenderlerin yeğenleri oluyorlar. O zaman babası Mustafa Dede hayatta olup
bayağı zenginmiş. Kalenderler sayısal anlamda büyük bir kabile olduğundan
Dedemin birkaç sürüsünü kendi kapılarına çekerler. O zaman itibariyle bir sürü
en az 150-200 arası koyun- keçiden oluşurmuş. Başlık parası olarak buna göz
yumulmuş ve sulh olunmuş. Bu evlilikle Halil Dede kendisini daha güçlü
hissedermiş.
Akabinde
Kırmızı Hüsne adıyla bilinen köyün en güzel hanımı ikinci karısı olmuş.
Kırmızı
Hüsne’nin hikâyesi çok daha vahimdir. Kendisi Öksüzler denen kabilede gelindir.
Kel Bayram adıyla maruf ileri gelenlerden bir zatın ağabeyi ile evlidir.
Kırmızı Hüsne yaşı on sekiz olmadan üç kız çocuk anası olur. Beyi de askerlik
çağında genç bir delikanlı. O dönem evlilik yaşı çok küçük olduğu için bu durum
günümüzde yadırganabilir. Kırmızı Hüsne Ebemizin kocası üç çocuğunu geride
bırakarak askere gider. Mecburi hizmet, vatani görev, şu an bizim yaptığımız
gibi. Dönem imparatorluğun sonlarıdır. O zaman Devletimiz yedi düvele karşı en
az yedi yerde savaşmaktadır. Bizim askerinde nereye gittiği belirsiz. Aradan
tam beş yıl geçer. Kırmızı Hüsne,
kapısına dayanan postacı askerin verdiği haberle kocasının Yemen’de şehit olduğunu
öğrenir. Kısa bir süre sonra Kırmızı Hüsne Ebemiz töre gereği dışa çıkmadan
Şehidin küçük kardeşi Ahmet’le nikahı kıyılır. Dönem çok çalkantılı dönemdir.
Gençleri bir milletin kaderini değiştirmek için tapır tapır düşerken, zevki
sefa içinde sıcak yataklarında uyanmak zül gelir ya insana, işte böyle bir haleti ruhiye içinde Ahmet’de
askere alınır. Maravuz dağlık bir köy olduğu için isteseler gitmeyebilirlermiş.
Asker kaçağı olarak savaş sonrasına kadar beyhude yaşama imkanları varmış. Ama
gönüllülük, topraklarına ‘Yad’ ayağı bastırmamak bugünde dünde bir kültür, bir
inançtır be amca. Bir sene sonra yine Kırmızı Hüsne Ebenin kapısı askerlerce
çalınır. “Kocanız Ahmet Dersim’de şehit düştü” haberi verilir.
Oğlan
mı kız mı? Hakkında bir bilgisi olmadan hamile karısını bırakıp askere giden
Ahmet’den de bir kız çocuğu olmuştur Kırmızı Hüsne’nin. Böylece yaşı yirmi
olmadan dört kız çocukla yine dul kalan Hüsne Ebemiz tam oniki yıl çocuklarını
büyütmekle meşgul olur. Ardı ardına iki kocayı da şehit veren bir kadını, bir
anneyi, babasız kaderi kucaklamaya hazırlanan dört kız çocuğunu ve aynı ocaktan
yani iki kardeşin ayni gayeyle şahadetini bir düşünün. Bir eşin, bir ailenin,
bilumum yokluklar içinde hayat mücadelesine hazırlanan çocukların, sevgisiz,
şefkatsiz büyüyeceği bir aile ortamı… Allah Hüsne ebeye yardım etsin. Çok çocuklu olmasına rağmen isteyenide çok
olur. Hani derler ya ‘yıllanmış şarap gibi’ kendi güzelliğinin farkında ve yaşı
otuz beş bile olmamış.
Onun
gönlü “olursa Demirci Halil yoksa hiç kimseyle mümkün atı yok” dermiş. Ve
nitekim Demirci Halil’in ikinci hanımı oluvermiş. Bahtsız Güzelana, kadersiz
Güzelana… Ölünceye kadar bu evlilikle biraz güngörmüş. Kendisinin çok güzel
olması dolayısıyla çocukları ve torunları hep Güzelana dermiş. Kızlarını
Demirci’nin yanında iken gelin etmiş. Hatta büyük kızı Şerife’yi Demircinin en
küçük kardeşi Kürdo lakaplı Memet ile evlendirmiş. Yemen’de şehit olan Memed’in
adını olan Memet.
Üçüncü
hanımı da son dönemlerinde hizmetinde bulunmak kaydıyla alelade birisiyle olur.
Geri kalan ömrünü bu hanımla geçirir. Mezarı Osmaniye’dedir.
“ Gülbey evladım hele şu çaylarımızı
soğutmadan bir içelim” uyarısıyla Gülbey’de ardına yaslanarak sohbetine ara
verir. Bir müddet sonra;
“Evet
evladım çaylarımızıda içtik. Derler ya; zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.
Keşke biletimi almamış olsaydım. Çünkü seni mütemadiyen konuşturduğumun
farkındayım. Ne olur kusura bakma. Şunu da merak ediyorum, Demirci Halil’in
ailesi ile ilişkileri nasıldı? Kendinden sonra yerini tutabilecek evladı veya
torunu var mı, veya olacak mı”?
Amca
benim söylediklerim sizde bir kanaat oluşturmuşa benziyor. Şu anlatacaklarım
belki rahatsızlık yaratabilir bizim aile meclisinde konuşsam. Sizin karşınızda
ise ıkınmama veya sıkılmama gerek yok. Şunu ifade etmek isterim. Ne yazık ki
Demirci dedemin yerini doldurabilecek bir evladı veya kardeş çocukları
olmamıştır. Evlatlarının bugünkü halini imkân olsa da kendine gösterme
fırsatımız olsa pek memnun kalmazdı herhalde. Demek ki olmazsa olmuyor. İlla ki
âlim babadan âlim evlat olacak değilmiş.
İnsanın kemiklerini sızlatan evlat da oluyormuş çoğu vakit. Hani
günümüzde çiftçilerimizi ilgilendiren bir durum var. İthal domates tohumunu ilk
ekmede çok mahsul alırsın. Bu mahsulun ürününde elde ettiğin tohumdan da çıkla
zarar edersin. Genetiğiyle oynanmış
olduğu için ikinci dönem mahsulde hep
dışa bağımlısın. Bu tohumlar genelde israil’de ithal edilen tohumlardır ve
ikinci ürün olmaz. Yani ikinci kuşak melezleşmiş de ondandır. Ama yes’e düşmek
haramdır dinimizde. Zalim olandan da alim zatlar beklemek mümkün. Göl dibinde
su eksik olmaz derler ya, Halil Dedenin sülmünden, torunlarından böyle büyük
adam çıkar mı, zamanla göreceğiz.
Kardeşi
Kürdo Memet’in damarından bu boşluğun doldurulduğu söyleniyor. Bu anlamda adam
gibi adam olanda var elhamdülillah.
Halil
Dedenin küçük kardeşi Kürdo Memet yemende şehit düşen kardeşinin adını taşır. O
da demircidir. Babası rahmetli olduğu zaman köyün ikinci bir demirciye ihtiyacı
olmadığından kardeşi Memet, Gürünün Camılıyurt köyünde mesleğini icra etmek
için o köye yerleşir. Bu köy Kürt köyüdür. Kürtler Demirci Memet’i çok sevdiği
için ‘Kürdo’ lakabını verirler. Böylece Kürdo Memet ölünceye kadar, öldükten
sonra da lakabıyla anılır. Mezarı Tanır köyündedir. Kendisi Halil ağabeyine
göre daha zayıf bir pozisyonda olup çocukları da onu aşamamışlardır.
“Evet yine çay molası evladım” uyarısıyla
çaylar içildikten sonra Gülbey devam eder;
-
Yurt dışına işçi göndermek için ilçe Kaymakamının köyler arasında taraf tutması
üzerine itirazını yüksek perdede ilgililere duyuran Demirci dede tesadüf olacak
ya Kaymakamın tayininin çıkmasına sebep olur. O dönemde Devletlünün kılıcının
sağı da solu da keskin olduğu, insanların onların her dediklerini emir kabul
ederek yerine getirdiği, yani itaat kültürünün zirvede olduğunu düşünecek
olursak, Halil Dedenin böyle bir şeye vesile olması inanılır gibi değil. Nice
sonraları Maraş’a Vali olarak atanan bu Kaymakam, ilçeleri teftişi sırasında
Afşin Maravuz köyü arasında, Kuruhan denilen yerde Dedemle karşılaşırlar. Resmi
arabanın çıkardığı ses ve toz duman, atıyla Afşin’e giderken, Demirci dedenin
atının ürkerek yan tarafta ki tarlaya düşmesine sebep olur. Vali bey Demirci’yi
tanır. Makam arabasından inerek yanına, “beni tanıdın mı Demirci, ben Kaymakam
iken sürdürdüğün adamım. Şimdi ise Vali olarak Maraş’a geldim” diye öfkeli bir
eda ile çıkıştığı söylenir.
Yine
bir defasında İslam âlimi Menzoğlu Ahmet Efendi ve Sarızlı Bakı Hoca’nın da
içinde bulunduğu bir kafile ile Afşin’in Örtülü köyünde Kabusoğlu Mustafa
isimli bir aşiret reisinin evine misafir olurlar. Ev sahibi hemen ikram için
bir koyun kestirir. Örtülü köyü alevi olarak bilinen bir köydür. Bundan
dolayıdır ki Kabusoğlu, ıkına sıkına misafirlerine bir soru sormadan edemez.
“Alevi birinin kestiği yenmez diye sizde bir kanat var. Eğer şüphe edenleriniz varsa, bizim kestiğimize
önem vermeden sizden biri bir başka koyun keserseniz yemekleri o koyunun etiyle
yapalım” deyince Demirci Halil dede;
“Mustafa
ağa önemli bir konuya parmak bastı.
Söylediği gibi düşünen az değil. Bunun doğru olup olmadığını şu an
aramızda bulunan Afşin Elbistan ovasının en büyük âlimi olan Menzoğlu’na bu
soruyu yönelterek cevabını alalım da işin doğrusu ne imiş öğrenelim” der. Çünkü
Demirci Halil, Kabusoğlu’na sık sık uğrayarak nimetinden istifade ettiği,
aralarında geçen bu konularla ilgili bozuk, bilinçsiz ve bilgisiz yanlış
yapılanmaların marazi olduğunu, çoğu kez
üzülerek gündeme getirdikleri için, birde bu konu hakkında alanında tahsil
görmüş bir âlim’den cevabını almak ister.
Menzoğlu
Ahmet;
“Dinimize
bir takım şeyler sonradan uydurularak sokulmuştur. Bu anlayış farkından dolayı
karşı taraf için söylenebilenler doğru kabul edilmiştir. Derken dinden olmayan
veya dini hiçbir hüküm bulunmayan birtakım bidatlar hayat bulmuştur. Şu anda
örneğini burada görmekteyiz. İnsan hadiselerin içinde sürüp giden bir hayatı
anlamak ister. Oysa zamanın geçmesi ile müminin kalbinde buna benzer yanlış
algılamalarla derin yaralar açılır. Misafiri bulunduğumuz ev sahibi, kestiği
bir koyundan yapacağı yemekler hususunda bu hissiyatı şu an için yaşamaktadır.
İkram etmek için çırpınıyor ve kendi emeğinin işe yaraması konusunda da
tereddütleri var. Zulüm görüyor bir nevi adamcağız. Bunun sebebi de din
algısından yenilenmenin yokluğudur. Eğer bir dini hayat kendini yenileyemez,
bidatlardan uzaklaşmaz, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni
ifade yolları bulamaz ise, insanlar ona olan ilgilerini yavaşça kaybedebilir.
Hatta bütünü ile yabancılaşabilir. İçinde tek Allah inancı olanların arasındaki
bu ve buna benzer yapılanmalar, algılar ve adetlerden bir an önce kurtularak
bizi ağırlamak için cansiperane gayret eden şu insan kardeşimize zulüm etmek
İslam da yoktur. Vesselam.” diyerek sözünü tamamlar.
Gülbey
kendisini pür dikkat dinleyen muhatabına; “İşte böyle amca, çok konuştum,
sıkılmadın inşallah” diyerek devam eder; “Ne iyi etdinde geldin buralara kadar.
Böyle bir yerde sizin gibi biriyle, yani bir başkasıyla kendi ailem hakkında
sohbet etmek benim için çok büyük bir onurdur. Buna siz vesile oldunuz.
Anlıyorum ki altının kıymetini sarrafı bilirmiş. Sizin kumaşınızda sarraf
olmalıdır. Aynı kanı taşıyanlardan, aynı dili konuşanlardan ziyade, aynı
duyguları, aynı asaletli duruşu sergileyenler, daha çok anlaşır ve
birbirlerinin kıymetini daha çok bilirmiş” sözü üzerine;
“-Evladım
Gülbey; şimdi anlıyorum ve bu sohbet sonunda görüyorum ki dedeniz Demirci
Halil’in ocağı şahsınızda sönmemiştir. Öyle zannediyorum ki onu da geçeceksin.
Bu potansiyel sende var evladım. Seni Allah’a emanet ediyorum. Hakkını helal et
yavrum” diyerek toparlanır.